top of page
Ara
İlkcan Alkurt

Slavoj Zizek - Examined Life (Sorgulanmış Yaşam) - Siyaset Kuramı Take Home Ödevi

Güncelleme tarihi: 22 Kas 2020


CORNEL WEST-NEDEN VE NASIL YAŞIYORUZ?

Platon “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşamaya değmez” söylemiyle, insanlığın yüzyıllardır merak ettiği o meşhur soruya kapı açmaktadır. İnsanlar çağlar boyunca ama özellikle felsefe ile uğraşan filozoflar tarafından hep “Hayatın anlamı ne?” sorusunu sordular ve cevap aradılar. Bu arayış insanlığın, toplumların ve hatta devletlerin var olma sebebi ile birlikte daha iyiye ve ileriye gidiş yolculuğunun anahtarını taşıyordu. Her bireyin, diğerlerinden farklı fikirleri ve bu farklı fikirleri oluşturan yaşamları vardır. Belgeselin ilk dakikalarında karşımıza çıkan Cornel West bir taksi yolculuğu esnasında bunu düşünmemizi sağlıyor. Nasıl ve ne için yaşadığımızı sorgulamamız aslında bizi bir paradoksa da götürebilirdi. Çünkü bize verilmiş bir hayat ve sonunda ölüm olduğunu biliyoruz. Ölüm tecrübesini yaşamaktan kaçamayacağımızı bilmemize rağmen hayatı sorgulamalı mıyız? Sorgulamalıyız ve öyle de yapıyoruz. Felsefenin temel amaçlarından biri dogmalara karşı çıkmaktır. Örneğin bireylerin ve toplumların hayatına direk etki eden ve yön veren din, politika ve politikacılar, demokrasi gibi kavramlar… Bu kavramlar ve bu kavramların içerisinde var olanlar kendilerini halkın üzerinde bir noktada görmek istiyorlar. Ancak felsefe her zaman ve her koşulda dogmalarla mücadele eden bir bilimdir. Bu bir coğrafyada “Emperyalizm” ile bir başka coğrafyada “Beyaz Üstünlüğü” ile bir başka nokta ise “Ataerkillik” ile olabilir. Çünkü bizim sorgulanamaz doğrular olarak kabul ettiğimiz ve hayatımızı buna göre yaşadığımız dogmaları sorgulamaktan vazgeçmez.

AVİTAL RONELL-PARKTA ETİK FELSEFESİ

Diderot’a göre felsefeye ilk adım kuşkuculukla başlar. Dogmalarla mücadele eden bir bilim olan felsefe, sorulmayanı sorar, kuşku duyulmayacak kadar yalın ve açık olduğunu düşündüğümüz şeyler hakkında kuşku duyar. Avital Ronell, parkta kendisine uzatılan ve kısıtlı bir sürede konuşmacıların felsefe hakkındaki düşüncelerinin bulunduğu bir video kaydına katılarak ilk kuşkuyu yaratıyor. Felsefenin başlangıcı, gidişatı, kime hitap edileceği ve bunun hangi insanların hayatına nasıl etki edeceğini bilmediğini vurguluyor. Dünya tarihi boyunca filozofların düşüncelerine, fikirlerine ve sordukları sorulara baktığımızda yaşadıkları çağı ve toplumu nasıl etkilediklerini düşündüğümüzde tamamen bir bilinmezlik ile başlayan bir sürecin hayatın birçok alanını etkilediğini gözlemleyebiliyoruz. Ronell’in anlatımına göre felsefe alanı ağır yazıtlardan ve akademik özelliklerden oluşur. Bu nedenle Martin Heidegger’in “Düşünmek nedir?” sorusunu ve John Locke’un “Bir soru sorarak bir yolculuğa çıkıyorsunuz ama nereye gideceğini bilmiyorsunuz” söylemini referans olarak gösteriyor. Bu noktada kendisine yöneltilen “Anlam nedir?” sorusuna “Anlamın tam olarak ne olduğu ve neyi ifade ettiği konusunda şüpheli olduğunu” söylüyor. Çünkü anlam dediğimiz şey, birçok birey için ve birçok farklı koşulda farklılıklar gösterebilir. Ama hepsinden önce temel sorun her şeye bir anlam bulma çabamızın kendisidir. Sokakta kendi kendine oyun oynayan bir köpeğin bu davranışına bile bir anlam yüklemek zorundaymışız gibi hissediyoruz. Oysa köpeğin bu davranışa bir anlam yüklemeye gerek yoktur. Buna toplumsal açıdan baktığımızda ise “Tanrı” gibi veya “Ulus-Milliyetçilik” gibi kavramlara tanımlar üretmeye çalıştığımızı görüyoruz. Çünkü bu kavramlar olmadığı zaman, içerdikleri anlamın eksik kaldığını hissediyoruz. Ancak burada röportajcının anlam olmadan etik kavramını nasıl belirleyeceğimiz konusundaki sorusu bizi başka bir cevaba yöneltiyor. Eğer anlam dediğimiz kavram olmazsa “Mega Etik” davranabiliriz. Mega Etik dediğimiz tanım bizim tamamen bireysel olarak yüklediğimiz ve evrenselleştirmeye çalışmadığımız anlamdır. Çünkü anlamlar bir başkasının bir başka olay veya kişi hakkında kendi bakış açısıyla yüklediği anlamı içerebilir. Anlam yükleyenin doğru ve yanlış olarak belirlediği etik değerlere uymadan, bu düşünceleri bypass ederek yaşayabiliriz. Ancak genel olarak toplumlarda bireyler, önceden yüklenilmiş anlamlara göre etik anlayışlarını belirlemedikleri veya o davranış kalıbına uymadıklarında kendilerinizi huzursuz hisseder. Eski ABD Başkanı Bush, birçok insana işkence uyguladı ancak herhangi bir huzursuzluk hissetmedi. Bunun iki temel sebebi olabilir. Ya mega etik bir davranış sergiledi ya da daha önceden “Terörist” anlamı yüklenmiş insanlara yine “Teröre karşı verilebilecek uygun cezalardan biri işkence olabilir” gibi bir düşünceyi benimsemişti. Bir başka huzur ve huzursuzluk kaynağı da eksik kalmış çabalardır. Yani evsiz bir insana yardım etmek huzurlu hissettirebilir ancak ona yardım ettiğiniz için artık huzurlu hissediyorsanız bu ne kadar etiktir? Çünkü yardım edilen kişinin tüm sorunları ortadan kalkmamıştır veya onun gibi birçok yardıma muhtaç insan hala aramızda yaşamaktadır. Huzursuzluk derecemiz aynı zamanda bizim etik anlayışımızı da ortaya koymaktadır.

PETER SİNGER-SATIN ALABİLMEK VEYA YARDIM EDEBİLMEK

Dünya’nın görüp görebileceği en ünlü, en zengin ve en popüler mağazalara sahip şehir merkezlerinden biri olan Times Meydanı’nda bizlere bir başka pencere açan Peter Singer, insanların tüketim çılgınlığından ve küresel anlamdaki yardıma muhtaç milyonlardan bahsediyor. Meydandaki insanlar, hiçbir huzursuzluk hissetmeden alışveriş yapıyorlar. Birçok ürünü alacak kadar ekonomik özgürlüğe sahipler ancak durup harcamak için kullandıkları para ile kaç insana yardım edebileceklerini düşünmüyorlar. Üstelik hepimiz biliyoruz ki birçok ünlü firmanın ürünleri, söz konusu olan yardıma muhtaç, yoksul ve küçük yaştaki çocukların el emeği ile hayat buluyor. Kapitalizmin ağır iş koşulları bu genç bireyler için ölümcül olabiliyor. Peter Singer bu konuyu tam da bu konumda konuşmanın anlamsız olduğunu düşünüyor. Çünkü çevredeki insanlar lüks ve pahalı ürünleri ve onların reklamını yapan ve kendilerine statü kazandırdığını düşündükleri marka poşetleri ile çevrede alışveriş yapıyor. Kullanılacak bir paranız varsa buradaki ürün alma veya birine yardım etme arasındaki seçim etik anlayışımızı belirlemektedir. 1970’li yıllarda bu düşüncelerin kafasında oluşmaya başladığını ifade eden Singer, o dönemde Bangladeş’te milyonlarca aç insan bulunduğu ve yine o dönemde Bangladeş ile Pakistan arasında bir gerginlik olduğu zaman diliminde tanıştığı vejeteryanın fikirlerinden bahsederek hayvanları kullanış biçimimizi sorgulamaktadır. Hayvanları doğru kullanıyor muyuz? Doğru kullanıyorsak bu kime ve neye göre doğrudur? Ayrıca bu soruların dışında bu hakka sahip miyiz? Türler arasındaki sınırda, diğer yaşamların sınırlarını ve işlevlerini belirleme hakkına sahip değiliz. 68 ruhunun bütün dünyayı kasıp kavurduğu dönemde Singer, akademik çalışmaların ve soruların, gündelik hayatla ne kadar iç içe olduğunu araştırmış ve sorgulamaya başlamıştır. Sokrates’in “Adalet nedir” sorusuna aldığı cevaplar ve bu soru nedeniyle yaşadığı tartışmalar göstermiştir ki halk tam olarak ne soruyu anlayabilmiştir ne de kavramı. Sokrates’in felsefesi, gençliğin maneviyatını bozmak suçuyla yargılanarak Sokrates ölüme gönderilmiştir ancak günümüz modern dünyasında filozoflara böyle davranılmıyor. Ancak maneviyat kısmına bir parantez açmamız gerekiyor, çünkü felsefe bunu sorgulayan bir olgudur. Etik açıdan bakıldığında düşünmemiz gereken karşı tarafımızdaki bireyin çıkarını nasıl etkilediğimiz ve onun acısını minimuma indirme çabası olmalıdır. Yani temelde empati dediğimiz olguyu öğrenmemiz gerekir. Bu aynı zamanda tüketim çılgınlığımızı etkileyen düşünce açısıdır. Evet, cebimizde harcayacak bir para varken ve kimseye veya çıkarına bir zarar vermediğimizi düşünürken dilediğimizce harcayabiliriz. Ancak yardım etmek kadar etmemek de etik anlayışını etkiler. İmkanlarımızı daha çok insan için kullanmamız gerekir. Bu sadece yakın çevremizdeki bireyler için olmak zorunda da değildir. Diğergamlık dediğimiz kavram da tam da bu noktada yüzünü bile görmediğimiz ve belki de hiç görmeyeceğimiz bir insana yardıma ihtiyaç duyduğunuz bildiğimiz için uzattığımız eli ifade eder.

KWAME ANTHONY APPİAH-FARKLI KÜLTÜRLERLE İÇ İÇE YAŞAMAK

Bir havaalanında bulunan Kwame Anthony Appiah, türler arasındaki ilişkilerden ve türlerin çeşitliliğinden bahsederken, havaalanı gibi yoğun insan kitlelerinin bulunduğu bir alanda, birbirinden birçok farkı bulunan, değişik coğrafyalardan ve kültürlerden insanlarla bir arada yaşadığımızı anlatıyor. Ancak insanlar bu ilişkide en çok yüz yüze kurulan ilişki biçiminde başarılıdır. Kendimizi bire bir tanıdığımız insanlara karşı sorumlu hissederiz ancak bu durum yakın çevre ile sınırlı olmamalıdır. Aile, arkadaşlar, aynı ülkenin insanları ve dünya vatandaşlarına karşı sorumlu hissetmeliyiz. “Kozmopolitanizm” ve kozmopolitanlar için farklılıklar bir sorun teşkil etmez, aksine toplu olarak birbirimiz için yaşama duygusunu güçlendirir. Ancak buradaki hayatımız; herkesi sevdiğimizi ve saygı duyduğumuzu ifade ediyoruz, bunu yaparken de bu söylemi yönelttiğimiz bireylerin kimden yana olduğunu sorguluyoruz. Eğer ki bizim yaşamımıza ve fikirlerimize uyuyorsa o zaman gerçek bir sevgiyi gösteriyoruz. Babası Gana vatandaşı olan Appiah, aile yapısındaki kültür farkından bahsederek İngiliz bir ailede, çocuğun hayatındaki en önemli öğenin babası olduğunu ve masraflarının babası tarafından karşılandığını aktarırken, kendi ailesinde ise kız kardeşinin çocuklarının eğitiminden kendisinin sorumlu tutulduğunu söylüyor. Oysa ikisinden birinin doğru bir konumlandırma olmasına gerek yoktur, ikisi de doğru olabilir. Kültürler arasındaki çatışmanın özü de bundan ibarettir.

MARTHA NUSSBAUM-ADALET FELSEFESİ VE EŞİTLİK HAKLARI

Martha Nussbaum’un anlatımına göre devletin temel amacı, bireylerin eşit refah seviyesini sağlamak, bireylerin “Yapabilirlik” düzeyini arttırmaktır. Bunu sağlayan bakış açısına “Sosyal Anlaşma” diyoruz. Bu anlaşma; temelleri feodal düzen dönemindeki zenginlik, soyluluk vb. gibi aileden miras olarak gelen sınıf düzeninin yarattığı eşitsizliği ortadan kaldırma amacı taşır. Herkesin eşit olduğu bir doğa durumunda ise, eşitsizliği yaratacak tek şey, bireyin kendi bedensel kuvvetidir. Modern medeni insan, kimseye herhangi bir konuda muhtaç olmayan bir insandır. Bunu sağlayacak anaç yaklaşımı ise devlet sağlamalıdır. Ancak sosyal anlaşmada imzası bulunan ama eşitlikten yararlanamayan kadın bireyler, engelli bireyler vb. kesimler, bedensel açıdan diğerleri ile eşit değildir. Bu eşitsizlik uçurumunu azaltmak yerine daha da büyüten bir örnek vermek gerekirse “Engelli şehirler” en güzel örneklerden biridir.

CORNEL WEST-KİMDİR BU FİLOZOF?

Cornel West’e göre filozof bilgili olan, merak eden, merakının peşinde düşünen, çevresini sorgulayan özgüvenli kişidir. Çünkü bu koşullarda kendinizi bir savaş alanının tam ortasında hissedersiniz. Peki, doğru olan nedir? Gerçeklik algısı veya doğru olarak tanımlanan şey revize edilebilirdir. Örneğin bir gerçeği dini olarak sorgulamak ve laik olarak sorgulamak farklı yorumlamalardır. Gerçeğin kendisi ile ona ulaşma yolu paralel şekilde ilerler.

MİCHAEL HARDT-İNSAN DOĞASINDA DEVRİM

Michael Hardt, 1980’li yıllarda politika ile ilgilenmeye başlayarak devrimleri gözlemlemeye başladı. Çevresindeki insanların, o dönem devrim yolunda ilerleyen Nikaragua’ya gitmeleri üzerine gözlemlediklerini sorduğunda çok ilginç bir cevap aldı. Nikaragualı vatandaşlar, kendilerine “Size nasıl yardım edebiliriz?” diye soran ABD vatandaşlarına “ABD’de devrim yaparak” cevabını almıştır. Devrim, sadece o ülkenin iktidarını değil, devletin yapısını, iç ve dış politikaya bakış açısını ve toplumların hayatını da değiştirir. Ancak ABD’deki devrim fikircileri, silahlı bir devrim yanlısı değildi, böyle bir fikirleri hiç olmadı. Çünkü insan doğası farklıdır ve karşılaşılan durum ve olaylara gösterdiği ve göstermesi gereken reaksiyonlara göre şekil değiştirir. Yaşam biçimimiz, geçmişimiz, alışkanlıklarımız doğamızı belirler. Devrim, sadece bir yönetimi kaldırmak olmamalıdır, insanın doğasında bir değişimi başlatmalıdır. Örneğin demokrasi bugün dejenere edilmiş bir durumdadır ve seçimlere indirgenmiştir. Uluslararası politikada ise tüm hamleler “ABD’nin isteğine hareket etmek” şeklinde yorumlanır. Devrim dediğimiz şey, New York’ta bir tarafınızda ağaçlar, diğer tarafınızda gökdelenler arasında olmamalıdır, kimin ne şekilde faydalanacağı düşünülmelidir. Üstelik şöyle bir algı hakimdir; ABD’de devrim olmaz. Peki, ama neden? Daha iyi bir ülke, daha iyi bir dünya için, her coğrafyada insanlar harekete geçebilir.

SLAVOJ ZİZEK-YÜKSELEN İDEOLOJİ: EKOLOJİ

Slavoj Zizek bir çöplükte karşımıza çıkarak “İnsan hayatı burada başlamalı” diyerek bizi şaşırtıyor. Tuvalete giderek boşaltım işlemi yaptığınızda sifona basarsınız ve vücudunuzdan çıkan gaita parçası, boruların arasından giderek bir atık noktasına ulaşır, yani tamamen yok olmaz. Ancak siz sifona bastığınızda onun tamamen yok olduğu şeklinde bir algıya kapılırsınız. Bu noktada bahsetmemiz gereken şey, bir illüzyondan ibaret olan ideoloji kavramıdır. Her olaya bir ideolojiden bakmak veya bir anlam bulmaya çalışmak hayatımızı kolaylaştırmaktadır. Dindar biri, kötü bir olay yaşadığında, günah dolu bir yaşam yaşadığı için tanrı tarafından cezalandırıldığını düşünür veya bir hastalığa yakalandığımızda hemen “Neden ben?” şeklinde söylenerek bir cevap ararız. Ekoloji de artık hayatımıza giren bir ideolojidir. Ekoloji bu özelliği ile hayatımızda var olabilecek düzenli ve dengeli bir ortamın yaratıcısıdır. Doğa dediğimiz alan, tahmin edilemez felaketlerin bütününden ibarettir. Ancak bunlar sadece zararlı olmak zorunda değildir. Örneğin günümüz küresel dünyasının en önemli kaynaklarından biri petroldür. Petrol ise soyu tükenmiş hayvanların, bu hayatta var olduklarının izidir. Doğa ile uyum içinde olmak, doğaya üstünlük sağlama çabası içerisinde, doğa ile aramızdaki bağları kesmekten daha faydalıdır. Ekolojik birçok felaketle bir arada yaşarken ve hatta Çernobil gibi bir olayı düşünürken veya bölgeyi ziyaret ederek yaşadığımız his karşısında sadece duruyoruz. Birçok teknik bilgiye ulaşıyoruz ama duygusallıktan ve sevgiden uzaklaşıyoruz. Oysa bu iki duygu insanların kusurlarını bilir ve o kusurları kabullenerek gerçek kusursuzluğa bizi ulaştırır. Tıpkı ekolojinin de çöpleri sevdiği gibi.

JUDİTH BUTLER VE SUNAURA TAYLOR İLE-BİR BEDEN NE YAPABİLİR?

Sunaura Taylor ve Judith Butler’ın birlikte gerçekleştirdiği bir “Yürüyüş” esnasında aralarındaki diyalog bizi engelli, engelli yaşamı ve engelsizlik ile ilgili düşüncelere sevk eder. Taylor, tekerlekli sandalye ile şehirde gezerken, bunu diğer birçok engelli bireyin yaptığı gibi “Yürümek” olarak değerlendirir. Çünkü yürümek, sadece ayakların hareketi ile ilgili değildir, hareketin kendisi ile ilgilidir. Ve bu kelime (Yürümek) onu mutlu eder. San Francisco’da yaşamaktadır, çünkü burada toplum engelli bireyleri ve engelsizliği benimsemiştir. Şehir, engelsiz yaşama uygundur ve engelli bireyler öncü olmak ve kendileri ile engellerini açıklamak zorunda değildir. Bu toplumsal benimseme aslında bir “Toplumsal Erişim” engelsizliğidir. Konuşma esnasında alışveriş yapmak isterler ve Taylor bir kıyafeti oldukça beğenerek, Butler’ın da yardımıyla giyer. Giyme işlemi zor ve yorucu olduğundan kasaya geldiklerinde kıyafeti çıkarmadan ödeme yapmak ister ancak kıyafet ağırlığına göre fiyatlandırılıp satılmaktadır. Ancak satış görevlisi böyle bir talepte bulunmaz ve kıyafete uygun bir ücret ister. Engelli bireylerin hayatın en normal anlarında bile yaşadığı zorluklar, toplumun yaşadığı sosyal hayattan izole durumunda olmaları, kariyer yapma imkânı bulamadıkları ve kültürel bir hoşnutsuzluktan ve nefret söyleminden bahseder. Oysa bütün insanlar birbirlerine bağlı ve yardımlaşmak zorundadır. Bu kültürel hoşnutsuzluk cinsiyet ve cinsel yönelim konularında da aynı şekilde karşımıza çıkmaktadır. Burada asıl soru “Bir beden ne yapabilir?” olmalıdır. İdeal bir morfoloji açısından, kadınsılık formuna uymayan veya toplumsal cinsiyetteki azınlıklara uygulanan şiddete bir örnek olarak yürüyüşü kadınsı olan ve kalçaları kadınsı şekilde hareket eden genç bir çocuğun, okulundaki arkadaşları tarafından öldürülmesinden bahsederler. Yani, bir insanın yürüyüşü, toplum tarafından önceden belirlenmiş bir cinsiyet kalıbı davranışına uymuyorsa yürümek bile tehlikeli olabilir.

CORNEL WEST-ROMANTİKLİĞİN İÇERİSİNDE HAYAL KIRIKLIĞI

Romantiklik, aslında içerisinde hayal kırıklıkları da barındıran bir duygudur. Ancak bu ondan vazgeçmemiz anlamına gelmez. Örneğin; yaşadığımız dünyada birçok farklı alanda kötü şeyler görüyoruz, duyuyoruz, yaşıyoruz. Ancak yine de dünyayı ve yaşamı sevebiliyoruz. Yine bir başka örnekle; “Blues müzik, herkesin yaşadığı felaketin şarkı sözlerinde dışavurumudur” diyen West, bu noktada Cazz müzik ile uğraşan kişilerin genelde siyahi bireylerin olması, dünyanın her yerinde beyaz bireylerin üstünlüğünü siyahi bireylere kabul ettirmek uğruna yaşattıkları kötülüklere karşı bir dışavurumu simgeler. Bunu nazik, kibar, elit bir şekilde nasıl bir bütüne vurup gösterebiliriz durumudur aslında. Felsefenin, düşünmenin, tepki göstermenin sanat ile olan ilişki bu örnekle gösterilebilir.

716 görüntüleme0 yorum
bottom of page