ÖZET
İlkcan ALKURT, AKP Döneminde CHP Politikaları, Siyaset Bilimi Tezsiz Yüksek Lisans Bitirme Projesi, Ankara, 2019
Türk siyasi hayatımızın son 17 yılında AKP ve CHP odaklı bir siyaset yaklaşımı bulunmaktadır. Bu süreçteki tartışmalarda partiler arası boyutun yanı sıra lider odaklı da bir güç dengesi bulunmaktadır. Türkiye’de 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin iktidarda kaldığı dönem boyunca CHP’nin nasıl ve ne şekilde politika ürettiğini CHP’nin logosu olan 6 ok simgesinden hareketle 6 ana başlıkta incelemekteyiz. Her başlık, kendi içerisinde konu ile ilgili diğer alanlarda da bilgi vermekte ve kronolojik süreçte ilerlemektedir. Bu başlıklar: Genel Hatlarıyla İç ve Dış Politika, Din, Eğitim, Kadın, Çevre ve Kentleşme, Temel Hak ve Özgürlükler şeklinde belirlenmiştir. Ancak çalışmadaki başlıklar içerisinde askeri, ekonomik, kültürel alanlara da göndermeler yapılmıştır. Aynı zamanda Türkiye’de uzun yıllardır devam eden lider odaklı siyasete vurgu yapılarak AKP özelinde Recep Tayyip Erdoğan, CHP özelinde ise Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu dönemleri birbirleriyle karşılaştırılmıştır. Çalışmada iktidar partisi AKP ve ana muhalefet partisi görevini yürüten CHP politikaları olumlu ve olumsuz yönleriyle eleştirilmiş, sonuç kısmında ise bu çatışmadan çıkarılan sonuca göre öneriler getirilmiştir.
Anahtar Sözcükler
Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Türk Siyasal Hayatı, Siyasetin 2000’li yılları.
ABSTRACT
İlkcan ALKURT, CHP Policies In The During AKP Term, Political Science Master Without Thesis Graduation Project, Ankara, 2019
The last 17 years of Turkish political life was dominated by the perspective that mainly focuses on Republican People’s Party (RPP) and Justice and Development Party (JDP) related events. In this respect, debates were majorly occurred of relations between these two political parties and their leaders. In 2002, JDP got the majority of the votes and became the leading party of Turkey. In order to analyze how RPP created it’s policies, we should focus on the famous six arrows which were also put on to the party’s emblem, and analyze the policy making process under six different subjects. These subjects are: National Politics, Foreign Affairs, Religion, Woman, Environment and Urbanization, Basic Rights and Freedoms. However, while analyzing these subjects, some reflections about military, economic and cultural effects on these six subjects were added. Moreover, in the study, there is an emphasize on leader focused politics and a comparison of Deniz Baykal and Kemal Kılıçdaroğlu period in RPP and Recep Tayyip Erdoğan leadership in JDP. Additionally, both JDP and RPP policies were criticized and some solution advices were given.
Keywords
Republican People’s Party, Justice and Development Party, Turkish Political Life
AKP DÖNEMİNDE CHP POLİTİKALARI: GENEL HATLARIYLA İÇ VE DIŞ POLİTİKA
Cumhuriyet Dönemi Türk siyasal hayatı; tek partili dönem, çok partili dönem, askeri darbeler ile ele geçirilen yönetimler seçimler ve toplumsal olaylarla birlikte büyük bir mozaikten ibarettir. AKP döneminde CHP politikalarını inceleyeceğimiz bu çalışmada, öncelikle genel hatlarıyla Türkiye’nin iç ve dış politika dinamiklerini, bu dinamikleri yöneten iktidar partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile bu dönemde dinamikleri destekleyen veya bu dinamiklere karşı tepki gösteren ana muhalefet partisi görevini sürdüren Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Türk siyasetine olan etkisini ve bu etkinin genel hatlarıyla iç ve dış politika dışında kalan diğer konu başlıklarına da (din, eğitim, kadın, çevre ve kentleşme, temel hak ve özgürlükler) değinerek Türkiye’yi nasıl bir ülke olarak tanımlayacağımızı tartışacağız. Bu nedenle “Genel Hatlarıyla İç ve Dış Politika” belirli bir konuya odaklanmaktan çok toparlayıcı ve çerçeve çizici özelliklere sahip bir başlık olmuştur. Türkiye, 2002 seçimlerine giderken mecliste bulunan partilere ve Türk siyasetine yön veren lider ve partilere bir mesaj vermeye hazırlanıyordu. Türkiye’nin ekonomik anlamda önemli sorunları vardı. “2001 Ekonomik Krizi” ile birlikte vatandaşlar zor günler geçiriyordu. Üstelik uzun yıllardır iktidarda koalisyon partileri yer alıyordu ve bu koalisyonlar içerisindeki anlaşmazlıklar siyasete yansıdığı kadar topluma da yansıyordu. “Millî Görüş” çizgisi içerisinden ise öncülleri Refah Partisi ve Fazilet Partisi olan bir parti çıkmak üzereydi. Millî Görüş çizgisi, merkez-çevre ilişkileri açısından incelendiğinde merkezden uzak, resmî ideoloji ile anlaşamayan ve çatışma içerisinde olan, siyaset ile din olgusunu harmanlayarak politika üreten bir anlayışa sahiptir. Anayasanın laiklik ilkesini zedelediği içindir ki bu partiler irticai faaliyetlerinden dolayı kapatılmıştır. Bu nedenle yeni kurulacak olan AKP kendisini “Muhafazakâr Demokrat” olarak tanımlamış ve öncüllerinin yaşadığı kaderden sıyrılmak istemiştir. Siyasete yeni bir soluk getirecek olan AKP sadece 15 aylık bir parti iken 3 Kasım 2002 seçimlerinden zaferle ayrılmış, dönemin siyasi partileri millet tarafından baraj altı bırakılarak cezalandırılmıştır. AKP ilk hedeflerinden biri dış politika üzerinden belirleyerek Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üye olma yolunca çalışacağına, muhalefet ile dayanışma ve yardımlaşma içerisinde sıçrama yapacağına dair açıklamaları art arda yapıyordu. 2002 seçimlerinden AKP’nin başarıyla çıkmasının en büyük nedenlerinden biri dönemin iktidar ortağı olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) koalisyon iktidarını bozarak seçimlerin bir an önce yapılması konusundaki ısrarıdır. Mevcut yönetim yapısı bozulmasa idi, bambaşka bir siyasi tarihi konuşuyor olabilirdik. Milenyum çağının siyaseti 2002 yılından günümüz 2019 yılına kadar AKP iktidarı tarafından şekillendirilmekte ve yönetilmektedir. AKP, iktidara gelir gelmez önce Millî Görüş gömleğini çıkarmış, ardından da demokrasiyi tanımlarken demokrasinin bir amaç değil bir araç olduğunu vurgulamıştır. AKP ilk ciddi sınavını 1 Mart 2003 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) gerçekleştirilen ve ABD’nin Irak işgalini gerçekleştirmek için Türkiye topraklarını ve Türk askerini kullanmak istediği tezkere oylamasında vermiştir. “ABD, terör ve kimyasal silahları gerekçe gösterip Irak’a askeri bir müdahale kararı aldı. Bu müdahalede Türkiye’nin desteğini almak için çeşitli girişimlerde bulunan ABD, Türk Hükümeti’nden Irak Savaşı’nda kullanılmak üzere çeşitli illerde kurulacak üslere izin vermesi, gerekli görüldüğü vakit Türk askerinin desteğini istemesi ile Türk-ABD ilişkilerinde yeni bir döneme girildi” (Çakır, 2006, s. 157). Bu tezkere aynı zamanda Türkiye ile ABD arasındaki yeni dönem ilişkilerinin de nasıl şekilleneceğinin ipuçlarını taşıyacaktı. Kısa bir süredir iktidarda bulunan AKP iktidarı, bu işgal tezkeresine onay vermeyi, komşusu Irak’ın toprak bütünlüğünün ve komşuluk diplomasisinin bozulmasını göze alarak ciddi bir şekilde düşünmüştür. Dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise siyasette çok uzun zamandır görev alan ve “Kurt Siyasetçi” benzetmesine uygun profilde bulunan bir siyasetçiydi. Irak’ı işgal tezkeresi oylanırken konuşma yapmak için kürsüye gelen Deniz Baykal, siyasetteki ustalığını konuşturarak, AKP içerisindeki milletvekillerinin dahi “Hayır” oyu vermesini sağlayacak etkili bir konuşma yapmıştır. CHP’nin dış politikası kurucu lider Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesini benimsemektedir. Bu nedenle CHP’nin önce Türkiye’de sonra Dünya’da barış istemesi, bu tezkereye karşı çıkmasının altındaki düşünce yapısını oluşturmaktadır. Üstelik Irak Türkiye’nin önemli bir sınır komşusudur ve mevcut koşullarda Irak’ın haksız bir işgale maruz kalması gündemdedir. CHP, böylesine önemli bir oylamada, yılların deneyimli ve hitabeti kuvvetli siyasetçilerini kürsüde konuşturmuş ve başarılı olmuştur. Dönemin CHP’sinin kararlı duruşu ve mazlumdan yana oluşu, TBMM milletvekillerini etkilemiş ve CHP’nin siyasi tecrübesine duyulan güven nedeniyle tezkere 1 Mart günü iki partili mecliste CHP ve bir grup AKP milletvekilinin ret oyu ile reddedilmiştir. Bu diplomasi, ABD’nin bütün planlarını alt üst olmuş ne Türkiye topraklarını kullanabilmiş ne de Türk askerini hiç ilgisi olmayan bir savaşa sokabilmiştir. Bu nedenle 4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak’ın Süleymaniye şehrinde Türk Özel Kuvvetleri Bürosu’na Amerikan askerleri tarafından baskın yapılmış ve Türk askerlerinin başına çuval geçirilmiştir. AKP iktidarının ilk dış politika hatası bu olay ile gerçekleşmiş, Türk askerine “Mukavemet Etme” emri gönderilmiştir. CHP ise bu olaya şiddetle tepki göstererek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye nota vermesi gerektiğini belirtmiştir. Ancak AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında Türk siyasal hayatına geçecek olan “Ne notası, müzik notası mı?” cümlelerini kurmuş ve ABD ile ortak hareket etme düşüncelerinin devam ettiklerini belirtmiştir. Ana muhalefet partisi olan CHP’ye göre bu sessiz kabulleniş, Türkiye’nin Amerikan politikalarının himayesi altına girmesinin gözle görülür bir kanıtıydı. Üstelik tezkere zaferinin halk nezdinde CHP’ye atfedilmesiyle birlikte hemen ağustos ayında çıkartılan yasa ile Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) dış politikada kısıtlanarak politika oluşturma sürecinde daha az etkin olacaktı. Bu dış politika hadisesinden hemen sonra CHP kendi içine dönerek lider “Taht Kavgası” sürecine girmiştir. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a karşı parti içerisinde yükselen muhalefetin başında CHP’yi iktidar yapacağı söylemini sloganlaştıran İstanbul Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül bulunuyordu. On ikinci olağanüstü kurultayda beraber salondan güçlenerek ayrılan Baykal olmuştur. Baykal’ın 1 Mart tezkeresinin reddediliş sürecindeki etkin rolü, parti tabanı tarafından tam destek görmüştür. CHP’nin kendi içinde yaşadığı kavga, iktidarda bulunan AKP’nin 23 Nisan 2004 yılındaki yerel seçimlerden galip ayrılmasında önemli bir rol oynamıştır. CHP bu erken uyarı niteliği taşıyan ve CHP için kırmızı alarm çalan yerel seçimlerin ardından, genel seçimlerin 2006 yılında yapılmasını talep etmiş ancak AKP tarafından seçimlerin 2006 yılında yapılmasına destek gelmemiştir. AKP’nin buradaki gizli planının arkasında 2007 yılında gerçekleştirilecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, görev süresi bitecek olan Ahmet Necdet Sezer’in yerine Erdoğan’ın aday gösterilmesi yer alıyordu. Ancak parti içi dinamiklerde Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması, Erdoğan’ın ise Başbakan olarak devam etmesi de konuşuluyordu. CHP bu adaylığa tamamen karşı çıkacağını açıkça ilan ediyordu. Üstelik toplumun büyük bir çoğunluğunda da aynı talep yükselmekteydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin o güne kadar gördüğü en büyük şemsiyelerden biri kuruluyor, farklı kesimlerden insanlar bir araya geliyor ve “Cumhuriyet Mitingleri” düzenliyordu. Cumhuriyet Mitinglerine öncülüğü ise üç metropol şehrin STK’ları, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, DİSK ve KESK gibi güçlü ve kitleleri arkasından sürükleyen dernek ve sendikalar tarafından yapılıyordu. Büyük şehirlerin meydanları insanlarla dolup taşıyor, Anıtkabir ziyaretçi rekorları kırıyordu. AKP Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ün ismini açıkladı ve 27 Nisan 2007 günü gerçekleştirilen oylamada 367 yeter sayısı bulunamayınca CHP konuyu yargıya taşıdı. Yaşanan bu gergin süreçte, Türkiye’de hiç beklenmeyen bir olay gerçekleşti. AKP’nin toplumu dini temeller üzerinden yeniden inşa ediş süreci, sadece dini olguların, laiklik kavramını ve laik toplum düzenini zedeleyişi ordunun gözünden kaçmamıştı. Genelkurmay Başkanlığı gece 23.15’te “Laiklik” ile ilgili sert bir açıklama yaparak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel değerlerinin aşındırılmaya çalışıldığını ve din adı altında devlete açıkça bir meydan okuma sürecinin gerçekleştiğini beyan etti. Türk siyasal hayatına “E-Muhtıra” olarak geçen bu açıklama ile yer yerinden oynadı. Ancak AKP’nin kurulduğu günden günümüze kadar en çok başarılı olduğu “krizi fırsata çevirme” kıvraklığı burada da kendisini göstererek bu açıklama ile birlikte yeni seçim kozunu kazanmış oldu. Öyle ki bu kozu kullanarak Cumhurbaşkanı’nın TBMM saf dışı bırakılarak halk tarafından seçilmesini talep ediyordu. Bu kısımda bir ara konuyu da yazının devamının anlatımını kolaylaştırması için açıklamak gerekiyordu. AKP iktidarı, dini tarikatlar ve örgütlenmeler tarafından desteklenen, finansörlük yapılan, yol haritası çizilirken pusula görevi gören bir yapıyı içerisinde barındırıyordu. Bunlardan en önemlisi ise Fetullah Gülen cemaati idi. Gülen cemaati ve AKP, birlikte politika üreten biri yasal diğer ise illegal bir yapılanmanın iki sac ayağını oluşturuyordu. 2007 yılı, Gülen tarikatının hem AKP’yi hem de yargıyı kendi çıkarları için kullanma projesinin başlangıcıydı. 2007 yılı, Türk siyaseti için, gündemi yıllarca meşgul edecek, birçok masum insanın hapishanelerde çürümesine sebep olacak, hatta ve hatta bu kumpasları onuruna yediremeyerek intihar edecek vatan evlatlarının Türk Milleti’nin kalbine gömüleceği, Türkiye için onarılmaz yaralar açacak bir sürecin başlangıcıydı. Ergenekon, Balyoz, Kozmik Oda, Oda TV davaları ve Sarıkız, Ayışığı gibi darbe girişimi iddiaları, suikast planlarının havada uçuşmaya başlayacağı süreci kısa kısa değinerek aktarmaktan başka bir şansımız bulunmamaktadır. Bunun sebebi davaların süreç, delil, sanık, tanık ve yıllar sonra aydınlanacak birer kumpas olması açısından çok uzun ve kapsamlı bir süreci kastediyor olmasıdır. Üstelik bu süreç içerisinde yaşanan mağduriyetler, haksızlıklar, sürece konu olan kişi ve kurumların, bir grup basın yayın organının da etkisiyle sürekli olarak linç edilmesi ve itibarlarının zedelenmesi de Türkiye’nin gelişme ve toplumsal barış yolundaki ilerleyişini sekteye uğratmıştır. Bu dönem Türkiye’nin vicdanında temize çıkan ve haksız yere cezalandırılan asker, sivil, bürokrat, hâkim, gazeteci, yazar, politikacı ve kamuoyu tarafından kanaat önderi olarak kabul edilen kişilerin yanında korkusuzca durabilen tek parti CHP olmuştur. Davaları yakından takip etmiş, iddiaların ispatsız ve sahte delillere dayandırılarak Türk Ordusu’nun ve Türk muhalif aydınlığının yargılandığını, bu davaların arkasında Gülen cemaatinin olduğunu gerek meclis kürsüsünde gerek mahkeme salonlarında gerek basın karşısında gerekse sokakta halka anlatmaya çalışmıştır. Üstelik bu dönemde birçok milletvekiline “AKP iktidarını yıpratmak ve yıkmak” gibi suçlamalarla -muhalefetin işlevini kısaca özetleyen ve bu işlevi gerçekleştirdiği- milletvekilleri hakkında fezlekeler düzenlenmiştir. Türk Ordusu’ndaki bu yıpranma, toplumda aynı zamanda Türkiye’nin de güçsüzleştiği ve dış müdahaleye açık hale getirildiği endişesini taşımıştır. Yine tam da bu dönem Genelkurmay Başkanlığı binası önündeki panoda yer alan “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” sloganı “Güçlü Türkiye Güçlü Ordu” olarak değiştirilmiş ve dönemin yukarıda sayılı dava isimlerinde yargılanan askerlerine bir mesaj verilmek istenmiştir. 2007 genel seçimlerine gidilirken yaşanan bu hadise karşısında AKP kendini korumaya almak için sağda bir ittifak kurma girişimine başladı ve Anavatan Partisi ile iş birliğine başladı. CHP ise DSP ile iş birliği yaparak AKP iktidarını durdurmak, toplum ve devlet yapısını yeniden temel değerler çevresinde birleştirmek için kendi ittifakını oluşturmaya başladı. 22 Temmuz 2007 tarihinde gerçekleşen genel seçimlerde CHP oylarını %20’lere taşıdı ancak bu parti içinde muhalefet kanadının tepkisini yatıştırmadı. Ancak henüz Cumhurbaşkanlığı konusunda netleşen bir şey yoktu. 2007 seçimleri ile TBMM’de 71 koltuk kazanan MHP, AKP’yi iktidara taşıdığı gibi şimdi de AKP’nin adayını Cumhurbaşkanı seçtirmeye hazırlanıyordu. MHP’nin de katıldığı oylamada, AKP adayı Gül, MHP oylarının desteği ile birlikte 11.Cumhurbaşkanı seçildi. AKP Genel Başkanı Erdoğan ilk seçim dönemini “Çıraklık” olarak nitelendirmişti, şimdi ikinci seçimi kazanmış ve “Kalfalık” dönemine girmişti. 2007 seçimlerinin ardından AKP siyaset sahnesindeki hamleleri hızlandırmaya başladı. Toplumdaki havayı koklayan AKP, Türkiye için kısır bir tartışma haline gelen ve sağ partilerin oy devşirme deposu olarak kullandığı “Türban” konusunda yeni bir adım atarak üniversitelerde serbest olması yönünde bir öneri getirdi. CHP türban konusunda kesin bir tavır sergileyerek bu düzenlemeye karşı olduğunu ilan etti. Türban konusu iktidar ile ana muhalefet arasında sıkışıp kalmıştı ki, iktidarın yardımına yine MHP koştu ve Anayasa değişikliği gerçekleşti. Ancak bu değişiklik sadece iktidarın bir yasama yoluyla gerçekleştirip, muhalefet karşı çıkması neticesinde yeterli sayıya bakılarak son bulacak bir tartışma alanı değildi. AKP iktidarı, iktidarını kurduğu günden itibaren toplumu dini değerlerle kuşatarak vatandaşlık bilincinden uzak, tamamen dini değerlerin odak noktası olarak alındığı bir toplum mühendisliği gerçekleştiriyor, bunu yaparken de en çok Türkiye’nin omurgasını oluşturan “Laiklik” olgusuna zarar veriyordu. Türban konusundaki düzenleme bardağı taşıran son damla oldu. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya AKP’nin faaliyetlerinden ötürü hazırladığı ve partinin kapatılmasını ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ön planda olmak üzere toplamda 71 kişi için 5 yıl siyasetten men istemi ile Anayasa Mahkemesine iddianamesini sundu. Oylamada 10 üyeden 6 üye kapatılması için, 4 üye ise hazine yardımının kesilmesi için oy kullanırken, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın verdiği ret oylarıyla parti kapatılmadan kurtuldu. CHP’nin tavrı ise netti, 80 darbesi sonrası Cumhuriyetin kurucu Atatürk’ün partisi CHP kapatılmıştı ve siyasi yasaklar artık Türkiye’nin konusu olmamalıydı. Ancak AKP’nin laiklik karşıtı tutumu ve dini esasları dayatarak din üzerinden politika yapmasının da engellenmesi gerekiyordu. 2007 zaferi “Hedef 2023” sloganını da beraberinde getirmişti. Türkiye’nin seksen bir ilinden 80 tanesinde milletvekili çıkarma başarısı göstermiştir. 2009 yerel seçimlerine CHP belediyelerin özellikle büyükşehirlerde kazanılması için ekstra bir çaba sarf ediyordu. Bu nedenle SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’a Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adaylığı teklifi götürüldü. İstanbul’da ise CHP’nin sonraki Genel Başkanı olacak olan Kemal Kılıçdaroğlu son derece başarılı bir performans sergiliyor ve AKP ile CHP arasındaki makas giderek kapanıyordu. Üstelik Kılıçdaroğlu, Türkiye’deki popülaritesini de arttırıyor, televizyon programlarına belgeler ile çıkıyor, karşısındaki rakipleri ekran karşısında iyi terletiyordu. Ancak her iki ilde de oy oranları yükselmesine rağmen beklenen sonuç elde edilemedi. 30 Ocak 2009 tarihinde ise yeni bir dış politika sorunu ile karşı karşıya kalındı. İsviçre’nin Davos şehrinde düzenlenen ve Türkiye’nin de katıldığı “Dünya Ekonomik Forumu” toplantısında Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler sertleşmiş, Başbakan Erdoğan moderatör David Ignatius’un adaletsizce davrandığını iddia ederek araya girmiş ve İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres’e sert sözler sarf etmiştir. CHP bu tartışmada herhangi bir destek veya muhalif duruş sergilemekten çok AKP’nin ne kadar tutarlı kalabileceğini gözlemlemeye tercih etmiş, AKP iktidarının İsrail ile ticari anlaşmalarının standart düzeyde dahi kalmak yerine artarak devam ettiğini vurgulamaya çalışmıştır. Hedef 2023’e giden yol AKP için merkez sağ siyasette küçük ama özellikle yerel seçimlerde etkili olabilecek sağ partilerle ilgili bir çalışması yapmasını gerektiriyordu. Bu nedenle Halkın Sesi Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’a teklif götürülerek, partilerin birleşmesi ve kendisinin de AKP içerisinde siyaset yapması isteği yöneltilmiştir. Numan Kurtulmuş’un bu daveti kabulü, ana muhalefet CHP tarafından eleştirilmişti. Çünkü Kurtulmuş, AKP’nin yolsuzluk yaptığına dair iddialar ortaya atmış ancak hemen sonrasında kendisine gelen teklifle birlikte AKP’li olmuştur. İç politika sürecinde AKP’nin gerçekleştirdiği hamleler 2009 yerel seçiminin de kapısını açmıştır. Üstelik 2008 yılı itibariyle Türkiye’de kendini iyiden iyiye hissettiren bir ekonomik kriz olmasına rağmen. CHP’nin ülkedeki iç ve dış sorunları ele almada yürüttüğü ideolojik seçim stratejisi sonuç vermiyordu. Evet, konjonktür ideolojik bir tartışmayı zorunlu kılıyordu ancak kampanyalarda ekonomik kriz biraz daha geri planda kalmıştı. Türkiye’de siyaset tıkanık ve can sıkıcı havadislerle halka yansıyordu. Ordu mensuplarının içinde bulunduğu durum, askeri darbe ve suikast iddiaları, İsrail ile olan gerginlik derken üstüne bir de “Kaset” skandalı yaşandı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın yine CHP milletvekili olan Nesrin Baytok ile birlikte olduğu iddia edilen görüntüler bir anda internet sitelerine yüklenmeye başladı. Bu kaset siyasetinin, Türk siyasetini bir dizayn operasyonu olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Kasetlerin internet üzerinde ortaya çıkış tarihi, CHP’nin olağan kurultayını gerçekleştirme tarihinden tam 2 hafta öncesine dayanıyor. Bu olayın ardından CHP siyasetinde 15 yıl boyunca Genel Başkanlık görevini sürdüren Deniz Baykal, partinin zarara uğramaması adına görevinden istifa etmiştir. İstifa sürecinde ise kendi gönlündeki ismin, dönemin CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu basına açıklamıştır. 22 Mayıs 2010 tarihinde 33.Olağan Kurultay’da Kemal Kılıçdaroğlu geçerli oyların toplamının sadece sekiz eksiğini alarak, neredeyse oy birliğiyle olacakken kıl payıyla oy çokluğu ile Genel Başkan seçilmiştir. CHP içerisinde bu yenilenme süreci yaşanırken AKP iktidarı ve Türkiye şok edici bir haber ile sarsıldı. İsrail ablukası altındaki Gazze için yardım malzemeleri götüren Mavi Marmara gemisine İsrail askerleri çıkarak gemi yolcularının bir kısmı öldürüldü bir kısmı ise yaralandı. İktidar olan AKP ise zaten yakın dönemde arasındaki ilişkileri germiş olduğu İsrail’e karşı Türkiye’nin ve muhalefetin beklediği ölçüde bir tepki gösteremeyerek dış politikada bir kez daha çuvallamıştır. Özellikle ulusal basında çokça yankı bulan büyük bir olaydı bu. Ancak AKP’de yavaş yavaş medya patronları ile arasındaki ilişkileri kuvvetlendirmiş, kendi “Havuz” basınını oluşturmaya başlamıştı. İç politikadaki seçim zaferlerinin, dış politikadaki başarısız karşılıkları nedeniyle AKP lehine kullanmak üzere 2010 yılının 12 Eylül tarihinde Anayasa değişikliği için referandum yapılacağını açıkladı. CHP eski küskünlerini Kılıçdaroğlu liderliğinde bir araya getirmiş, Kılıçdaroğlu’nun Belediye Başkanı Adaylığı sürecindeki etkili muhalefeti ile CHP kanadından referandum ve 2011 yılında yapılacak genel seçimler için yol açık görünüyordu. Beklenen sonuç gerçekleşmedi ve anayasa değişikliği %58 gibi güçlü bir oranla “Evet” cephesinin zaferiyle sonuçlandı. Ancak bu CHP içerisinde bir moral bozmadı, yeni Genel Başkan sadece 4 aydır partinin başındaydı ve yurt gezileriyle iyi bir grafik çiziyordu. Aynı grafiği yükselterek yoluna devam eden Kılıçdaroğlu CHP’si 2011 seçimlerine hazırlanırken Kılıçdaroğlu 81 ilin tamamını gezerek bir rekora imza attı. Kamuoyunda CHP’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkabileceği ihtimali iyice konuşulmaya başlanmıştı. CHP bu kampanya sürecinden de oylarını arttırarak (%25,98) ancak seçimin birinci partisi olamadan ayrılmıştır. Ancak burada bir başka kriz patlak verdi ve CHP’den halkın iradesi ile milletvekili seçilen Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’ın malum davalardan dolayı cezaevinde oluşları ve tahliyelerinin gerçekleşmemesi üzerine CHP grup olarak TBMM’de yemin etmeme kararı almıştır. Bu kriz AKP’nin konu ile yakından ilgileneceği hususunda yapılan anlaşma neticesinde aşılsa da AKP konuyla ilgilenmek yerine bu iki ismin tutukluluğunun devamı konusunda tavır almaya devam etmiştir. 2012 yılına gelindiğinde ise Türkiye önündeki en büyük iç tehlikeyle ilk kez ciddi bir şekilde yüzleşecekti. Bu tehlike, bu zamana kadar devlet yönetiminde birbirlerinin çıkarlarını gözeten Siyasal İslamcı iktidar AKP ile dini örgüt yapılanması olan ve devletin içine sızan Gülen Cemaati’nin ilk kez karşı karşıya gelişidir. İstanbul’da özel yetkili bir savcının, dönemin Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı Hakan Fidan ve eski müsteşar ile yardımcılarını ifadeye çağırması ülke gündemine ateş gibi düşmüştür. Hakan Fidan ifadeye gitmemiş, ifadeye gitmemesi yönündeki talimatı da dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan aldığını belirtmiştir. CHP, yıllardır siyasetin her alanında cemaat ve tarikatlarla iş birliği yapılmasının yanlış olduğunu, devlet kurumunun ortadan kaldırıldığını, yargı bağımsızlığının tehlikeye düştüğünü ve bu gelişmelerin Türkiye’nin geleceğini tehlikeye attığını yıllarca anlatmış, ancak aynı istikamette giden iki paralel okun birbirine değmemesi gibi iktidar da bu yapılanmaya göz yummuştur. Üstelik bu yapı, AKP iktidarına seçimlerde siyasi destek vermiş, vefat etmiş vatandaşların dahi oy kullanması gerektiğini söyleyecek kadar arsızlaşmıştır. AKP tarafından zemini hazırlanan kutuplaşma sonucunda, Türkiye’de yaşayan vatandaşlar arasında kalın ve kırmızı çizgiler oluşmaya başlamıştır. İller ve semtler, bu ayrımlara göre demografik şekillenmeler yaşamış, yurttaşlar artık kendilerinden farklı düşünen insanlarla komşu olmak dahi istemedikleri bir buhran sürecine girmiştir. Toplumun iktidara herhangi bir sempatisi bulunmayan veya muhalif olan bütün kesimleri, kadınlar, çocuklar, yaşam biçimleri baskın müdahalelerle kısıtlanmış veya yönlendirilmeye çalışılmıştır. Bütün bu öfke, çevresel bir tepki olarak başlayan ve 81 ili kapsayan, günlerce milyonlarca insanın sokakları doldurduğu Gezi Parkı eylemleri ile vücut bulmuştur. İktidar tarafından polisin şiddet kullanımındaki denetim eksikliği ve aynı zamanda orantısız şiddetin desteklenmesi, toplumun iktidar kanalından ikiye ayrılmış oluşunun itirafı ve hafızalara kazınan “Milyonları evde zor tutuyoruz” söylemi, Kabataş’ta genç ve bebekli bir kadına üstü çıplak ve deri eldivenli insanların saldırdığı yalanı, camide içki içildi iftirası, toplumun vicdanını yaralamış ve eylemler giderek daha renkli ve kalabalık bir hal almıştır. Yine bu dönemden itibaren ordu mensubu, gazeteci, yazar, bürokrat ve kamuoyu önderlerinin yargılandığı kumpas davaları, Türkiye’nin marka değerlerinden biri olan Fenerbahçe Spor Kulübü’nün şike davası birer birer çökmeye başlamıştı. İktidar aleyhine gelişen bütün bu gelişmeler ana muhalefet CHP için büyük bir fırsattı. CHP, önündeki ilk seçim olan 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, tüm bu süreç içerisindeki gelişmelerden ders almamışçasına, adı ve çalışmaları kısıtlı bir çevre tarafından duyulmuş, rakibi Erdoğan ile aynı tandanstan olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstererek hem arkasındaki gezi gücünü kaybetti hem de parti içi muhalefette çok sert tepkilerle karşılaştı. Kılıçdaroğlu’nun bu dönem politikalarını belirleyen en önemli unsur, iktidar olabilmek için sağ perspektiften oy alabilme önceliğiydi. Kılıçdaroğlu’nun sağ yelpaze ile uyum sağlamak için oluşturmaya çalıştığı kendi tabirimle “Ilımlı CHP” -yetkili ağızlara göre Yeni CHP (YCHP)- ne beklediği sağ oyları alabildi ne de soldan yeterli desteği bulabildi. 2015 yılındaki genel seçimlere doğru giderken CHP söylem tarzını değiştirmek gibi doğru bir hamle gerçekleştirerek ideolojik kavgaları bir kenara bıraktı ve hayatın kendisine, sokaktaki bireye doğrudan temas eden bir konu olan ekonomiyi öncelik haline getirdi. Seçimin kampanya sürecinde muhalefet rüzgârı arkasına almış görünüyor, CHP’nin kucaklayıcı ve ekonomik göstergeleri işaret eden ve basit hesaplarla yaşam standartlarını halka anlattığı 7 Haziran seçimlerinde başarı sağlanmış ve iktidar partisi AKP ilk kez girdiği bir seçim yarışında tek başına iktidar olamamıştı. Bu dönemde, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Erdoğan, hükümet kurma görevini AKP Genel Başkanı seçilen Ahmet Davutoğlu’na vermiş ancak Davutoğlu hükümet kuramamıştı. Yine bu dönemde terör örgütlerinin Türkiye’de yoğun faaliyetlerde bulunduğu, birçok kanlı eylemi ve bombalı saldırıyı gerçekleştirdiği, toplumun televizyon haberlerinden ve özellikle ekranda beliren “Son Dakika” haberlerinden korktuğu bir dönemin ilk aşamaları yaşanıyordu. MHP’nin hiçbir parti ile anlaşamaması üzerine 1 Kasım seçimleri gerçekleştirildi ve AKP, yıllardır süren istikrar dönemini seçimlerde halka anlatarak terörü durdurmak için yetki istedi ve kazandı. 2016 yılının 15 Temmuz günü ise, Türkiye’de kapandığı düşünülen bir devrin birkaç saat içerisinde gerçekleşen askeri darbe girişimi gerçekleşti. Gülen tarikatına bağlı, askeriye içerisinde örgütlenen ve cemaat tarafından yerleştirilen askerler Türkiye’de darbe girişimi gerçekleştirmek istediler ancak bu girişim başarısız oldu. HDP haricindeki mecliste bulunan bütün partilerin liderleri de Yenikapı Mitinginde buluşup konuşma yaparak birlikte ruhu inşa etmeye çalıştı. Ancak AKP, askeri darbe girişimini bahane ederek ülkedeki rejimi tartışmaya açarak, Başkanlık Sistemi’ne geçilmesi isteğini dile getirdi. CHP ise 15 Temmuz’da yaşanan bu olayın, bir partinin siyasi çıkarı uğruna kullanılmasına ve “Tek Adam” rejimine sonuna kadar karşı çıkacağını ve mevcut düzenin korunması için elinden geleni yapacağını ilan etti.
AKP DÖNEMİNDE CHP POLİTİKALARI: DİN
Din kavramı, insanlık tarihi boyunca var olan, farklı isim ve biçimler almış, toplum hayatına yön veren en önemli olgulardan biridir. Farklı coğrafyalarda, birçok değişik kültür, din adı verilen bu kavram ile tanışmış ve öğretilerine göre yaşam sürmeye çalışmıştır. İnsanlık tarihi boyunca en büyük gelişmelerden biri olarak evrensel ölçüde kabul gören Fransız Devrimi’ne kadar din devlet yapısının ve sosyal hayatın düzenleyicisiydi. Öyle ki yöneten siyasi erk gücünü tanrıdan almaktaydı ve tanrının yeryüzündeki gölgesi konumundaydı. Fransız Devrimi ile ortaya çıkan “Laiklik” kavramı ile egemenlik kavramı dünyevileştirilerek gökyüzünden yeryüzüne indirildi. Artık egemenliği sağlayan tanrı değil, bizzat toplumlar, toplumların siyasi erk ile yaptığı sözleşmeler ve seçebilme özgürlüğüydü. Laiklik, dini ve öğretilerini yasaklayan, dini faaliyetlerin uygulanmasına izin vermeyen bir kavram değildir. Tam aksine bütün inanç gruplarını içerisinde barındıran ve her birine eşit mesafede ve tarafsız bir şekilde durabilen yapıdır. “Laik devlet, kişileri herhangi bir dünyevi anlayışı kabul etmeye zorlamak yerine, onların dini ve ahlaki özgürlüklerine saygı duyan devlettir” (Aslan & Taylan, 2016, s. 234). Türkiye’de din, dindarlık ve dini eğitim dediğimiz zaman tarihin her döneminde bu kavramlara farklı bakış açıları ile bakıldığını görmek mümkündür. İktidarda bulunan her siyasi erk, bu kavramları kendi ideolojisi, hayat felsefesi ve gelecekte inşa etmek istediği Türkiye açısından farklı olarak yorumlamıştır. Dinin siyasi bir çıkar aracı olarak ön planda kullanıldığı veya laiklik ilkesi gereğince özellikle kamu hayatında geri planda bırakıldığı birbirine zıt iki yaklaşım ana iskeleti oluşturmaktadır. AKP döneminde Türkiye’nin en çok duyduğu kavramlardan biri şüphesiz “Din” olmuştur. Dinin siyaset ve politikada bu kadar etkili olma sebeplerinden bir tanesi, kavramsal olarak farklı kelimelerin aynı anlamı taşıyor gibi kullanılmasıdır. AKP kendisini iki sihirli sözcük olan “Muhafazakâr Demokrat” olarak tanımlayan bir siyasal partidir. Siyasi kimliği içerisinde yer alan muhafazakâr kelimesi, sözlük tabiri itibariyle “tutucu” olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysaki muhafazakarlık bu kadar basit bir kelime/cevap ile geçiştirilmemelidir. Özellikle siyaset bilimciler tarafından incelendiğinde muhafazakarlık; eskiden bugüne kadar yaşanan tecrübelerden yola çıkarak, var olan durumu koruyan ve değişimine karşı çıkan, eğer ki kaçınılmaz bir değişim olacak ise bunun bir anda değil, zaman içerisinde yavaşça gerçekleşmesi gerektiğini düşünen anlayıştır. Yaşanan tecrübelerden kast edilen şey ise sebep-sonuç ilişkisine dayanarak incelenen, üstüne düşünülen olaylar ve gelişmelerdir. Muhafazakarlık içerisinde herhangi bir dini ibare barındırmamasına rağmen birçok toplumda olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde de büyük çoğunlukla din ve dindarlık kavramları ile birlikte veya birbirini karşılar nitelikte kullanılmaktadır. Bu düzlemin diğer ucunda ise laikliğin Cumhuriyet ile özdeşleştirilmesi konusunda sıkıntılar mevcuttur. Laiklik, Cumhuriyet rejiminin teminatı olan bir kavram olsa laiklik ile ilgili ilk çalışmalar hem düşünsel açıdan hem de uygulanacak politikalar açısından Osmanlı Devleti’nin var olduğu 18.yüzyılın ortasıyla başlamıştır. Osmanlı Devleti, mevcut yapısının değişen dünya koşullarına ayak uyduramadığını görmüş, toplum içerisinde yetişen aydınların hürriyet ve eşitlik gibi kavramlar karşısında kazandığı bilinç ve bu kavramlara atfettiği önem arttıkça olgunlaşmaya başlamıştır. Dini egemenliklerin yönettiği devletlerin yerini ulus-devlet kavramının devralması beraber Türkiye özelinde İslam dini, kamu ve politika alanında etkisini kaybetmeye başlamıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çağın gerekliliklerine ayak uydurarak, dini yasaklamadan ancak Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlarıyla denetimi altına alarak egemenliğin kaynağını bizzat halkın kendisi olarak belirlemiştir ve yetkilendirme gücünü halka kazandırmıştır. Tam da bu noktada bir kopuş süreci yaşanmıştır. Maksatlı olarak Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar laiklik kavramı genelinde, CHP ve kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk özelinde Cumhuriyet ve devrimlerini İslam karşıtı bir noktada konumlama algısı oluşturulmaya başlandı. Cumhuriyet devrimleri bir savaş bayrağı açtı, ancak bu savaş dinin kendisine değil, ülkenin dört bir yanında dini kullanarak kişisel çıkar elde etmiş kişi ve yapılanmalaraydı. Ancak bunun aksini iddia edebilecek çok fazla argüman devşirildi. Yeni kurulmuş Cumhuriyet, kendi kültürünü oluşturmaya, bir kültür milliyetçiliği yaratmaya çalışıyordu. Bunun için en çok önem verilen konulardan biri “Dil” konusuydu. Dil çalışmaları İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in Türkçe diline çevrilmesinden ezanın Türkçe okutulması gibi rahat manipüle edilebilecek bir konuyu da kapsamaktaydı. “Ezanı ve tekbiri Türkçeleştiren Atatürk’ün kendisidir. Dine yansıyan milliyetçilik görüntüsü, kendisinin Türk Tarih ve Dil inkılaplarıyla giriştiği amaçlı bir kültür politikasının parçasıydı” (Gez, 1996, s. 158). Uygulamanın eksik veya hatalı yönleri elbette olmuştur. Ancak toplumun büyük çoğunluğunun mensubu olduğu bir dinin namaza yaptığı çağrıyı, o dinin mensuplarının rahatça kendi anlayabilecekleri dillerinde duyması fikri büyük eleştirilere sebep oldu. Nitekim çok partili hayatımıza geçiş sürecimizi başlatan 1950 seçimlerinde Demokrat Parti ezanın tekrar Arapça dilinde okunmasını bir siyasi malzeme olarak başarıyla kullanmıştır. CHP’nin iktidarı devretmesiyle birlikte din konusu üzerinden kendisine açılan cephe de giderek genişlemeye başlamıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu kuran, Kur’an-ı Kerim’i okunabilir Türkçe dilini çeviren CHP, vatandaşların alanında yetkin din adamlarına sahip olması ve dini eğitim talebini karşılamak için imam hatip okullarını da kuran partidir. Öğrenci yetersizliği nedeniyle birçoğu tekrar kapanan imam hatip okullarının bu hikayesi de CHP’ye karşı kullanılan argümanlardan biridir. Burada dinin eğitim açısından etkisi konusunda eğitim politikaları başlığı altında incelediğimizi hatırlatarak ve bir virgül koyarak, toplumsal ve siyasi arenadaki etkilerine ve günümüze doğru süren yolculuğumuza devam etmemiz gerekiyor. 1980 Post Modern Askeri Darbesi ile bir başka sorun ortaya çıktı. Bu dönem dinin artık araçsal bir işlev kazandığı dönemdir. Kenan Evren ve askeri cunta, Türkiye’de toplumsal bir değişim ve dönüşüm için birçok adımı peş peşe attı. Din derslerinin okul müfredatında zorunlu bir ders haline getirilmesi, Türklük kavramının önüne İslam olgusunun yerleştirilmesi ve bu iki kavramın sentezlenmesi gibi uygulamalar adımlar atıldı. 12 Eylül 1980 tarihinde askeri darbe ile hükümete el koyan ve bunu Atatürkçülük perdesini kullanarak ilan eden Kenan Evren, yine Atatürkçülük adına Türkiye siyasetinin kısır tartışmalarından biri olan “Türban” konusunda yaptığı bir düzenleme ile türban yasağı getirdi. Bu çıkmaz sokak AKP’nin seçim stratejisini iktidarını kurduğu 2002 yılından günümüze kadar üzerine kurduğu temellerden biri haline getirdi. Öncülleri olan sağ tabanlı partilerin kapatılması, AKP’nin ilk döneminde türban konusunda adım atmasını engelleyerek, sistemle daha uyum içinde bir çizgide ilerlediğini göstermesi gereken bir süreçti. 2007 yılında gerçekleştirilen genel seçimleri de kazanınca türban konusunda ciddi adımlar atılmaya başlandı. Bu süreçte CHP’nin konumu ve çizgisi çok açıktı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve parti yönetimi AKP’nin türban konusundaki tutumunun bireysel hak ve özgürlüklerden çok Cumhuriyet değerlerine karşı bir hamle olduğunu ve toplumu ayrıştırabileceği konusunda şüphelere sahipti. “Baykal, AK Parti’nin dini siyasete alet ettiğini ve eğitimde, hukukta, devlet yönetiminde dini etkili kılmaya çalıştığı kanaatindedir” (Akkır, 2015, s. 81). Bu durumdan rahatsız olan sadece CHP değildi, Ordu ve Anayasa Mahkemesi de rahatsızlıklarını dile getiriyordu. Bu rahatsızlığın yazılı veya sözlü dile getirilmesi önemliydi. “Başta siyaset olmak üzere ordu, yargı, bürokrasi, akademi, sermaye ve medya çevrelerinde hâkim olan anlayış din politikaları üzerinde doğrudan belirleyici olmaktadır” (Akyüz, 2017, s. 161). Türban, siyasal bir imge olarak kullanılıyor ve toplumda bir ötekileştirme yaratabilme potansiyeli taşıyordu. “Sembolik alanlardaki mücadele, İslam ve laiklik arasında yaşanan karşıtlığın bir örneği olarak boy göstermektedir” (Karakaş, 2013, s. 29). Birey üzerinde, çevrenin oluşturduğu toplumsal baskıyı da göz ardı etmemek gerekir. AKP, çoğunluğunu toplumun daha alt tabakalarından, varoş çevrelerden ama büyük insan kitlelerinden aldığı destek ile ilerliyordu. Bu çevreler için türban ile başını kapatmayan kadınlara hoşgörü göstermeyen kesimlerdi. Bu baskı, birçok kadının veya reşit olmamış, bilincini olgunlaştıramamış küçük kız çocukları üzerinde yoğun bir etkiye sahipti. Çocukların küçük yaşta dini yaşam ile yoğun bir biçimde entegre edilmeye çalışılması beraberinde toplumsal tepkilerin de artmasına sebep olmuştur. “AK Parti Kur’an kurslarındaki yaş sınırlarını kaldıran hukuki düzenlemeyi ancak üçüncü iktidar döneminin başında 2011 yılında yapabilmiştir” (Aşlamacı, 2017, s. 204). Bu nedenle türban konusunda argüman olarak sunulan temeli sağlam eleştirilerden biri, türbanın insani bir talepten çok, teokratik bir zorunluluğun ve bu teokratik yaşam biçiminin dayattığı bir kabul görme biçimidir. “Zira türban takma istemi; insanın değerinden, insan türünün belirli yapısal özellikleri/olanaklarının ve bunlardan kaynaklanan, ona evrendeki yerini sağlayan tarihteki başarılarının bilgisinden türetilen bir norm değil; belirli bir dinsel öğretiye ilişkin yorumlardan ve bununla bağlantılı olan bir davranış normları sisteminden kaynaklanmaktadır” (Balkız, 2014, s. 317). Toplumda bu ötekileştirme iki taraflı bakış açısıyla da yıllardır yaşanmaktadır. 2007 yılında yapılan değişiklikler ile türban yasağı kalkmasına rağmen günümüz siyasetinin hala vazgeçilmez tartışma konularından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Üstelik artık mağduriyet kitleleri, dini aracı olarak kullanarak kamuda varlığını gözle görülür bir biçimde arttırmış ve bunun en tepeden en alta kadar gerçekleştirmeye başlamıştı. “Pasif laikliğin bir sonucu olarak bu dönemde dinin ve dindarların kamusal görünürlüğünde büyük artış görülmüştür” (Akyüz, 2017, s. 161). Bir başka sorun ise toplumdaki dini kimliklerin ön plana çıkarılması süreciyle gerçekleşti. AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan “Kimlik Siyaseti” dinler ve dini mezhepler arasında da görünür hale geldi. Dini kimlik konusunda açılım yapılan kesim ise Alevi kesim oldu. Ancak AKP’nin toplumun her kesimine özgürlük getirdiği ve Alevilerin CHP dönemlerinde yok sayıldığı iddialarının aksine, Aleviler AKP’nin bu açılımına temkinli yaklaşmayı tercih etti. Çünkü Alevilik, AKP döneminde açıkça ve sistematik olarak ayrımcılığa tabi tutuluyordu. Dönemin Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Başkanı Turan Eser, AKP’nin Alevi açılımındaki temel amacının iktidara yakın bir Alevi çevre oluşturmak olduğunu ileri sürdü. Nitekim AKP ile CHP arasındaki siyasi gerilimin ilerleyen yıllarında AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği üzerinden eleştirilerde bulunarak AKP’nin Alevi açılımı konusunda samimi olmadığını göstermiş oldu. Türkiye’de yaşayan Alevi kesimin büyük bir çoğunluğu kendini Atatürkçü bir çizgide tanımlamaktadır. Bunun yanı sıra Alevi açılımı yapan AKP, Alevi vatandaşların ibadet alanı olan cemevlerini ibadethane olarak kabul etmemiş, cemevleri ile ilgili olarak ibadethane statüsünün kazandırılması için CHP çaba harcamıştır. Yine AKP döneminde en çok kullanılan söylemlerden biri de CHP’nin tek parti iktidarı döneminde camileri ahır olarak kullanması iddiasıydı. Söylemler üzerinden AKP ve CHP’nin dini söylemler üzerinden siyasi rekabeti, AKP’nin atak yapma, CHP’nin savunma yapma sürecinden ibarettir. CHP 2.Dünya Savaşı sırasında olası bir hava saldırısına karşı hem dini açıdan kıymetli eşyaları korumak hem de Anadolu’nun her köşesinde bulunabilen, dört bir duvarı kapalı, tepesinde çatısı olan ve içerisinde gıda ürünlerinin konulabileceği tek yapı olan camileri kapatmış, önüne de asker dikmişti. Ancak CHP bunu halka yeterince anlatamadı, anlatamadıkça bu iddiaların arkası da kesilmedi. AKP’nin dini açıdan politikaları ve söylemleri karşısında CHP nasıl bir politika izledi sorusuna yanıt aramamız gerekirse bunu akademik alanda bulabilmek oldukça zor. AKP döneminde CHP’nin din politikaları ile ilgili bir literatür çalışması yaptığımızda karşımıza çıkan sonuç CHP eski genel başkanı Deniz Baykal’ın otoriter bir laiklik anlayışını benimsediğini ve benimsetmeye çalıştığını, CHP mevcut genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise dini alanda yaptığı atılımların samimi olmadığını, sağ ideoloji ile özdeşleşen din ve dindar kavramını sadece oy kaygısı ile önemseyerek sağ ideolojiye sahip isimleri partiye yerleştirdiğini, milletvekili ve belediye başkanı adayı yapmasının eleştirisini okuyabiliyoruz. Baykal dönemindeki CHP, AKP’nin kuruluş sürecine denk gelmektedir. AKP’nin dini dinamikleri politikalarında başarıyla harmanlaması karşısında CHP laiklik vurgusunu sert bir biçimde ortaya koymaktan başka daha somut bir tutum içerisinde yer alamamıştır. Kemal Kılıçdaroğlu döneminde CHP ise biraz daha yumuşak bir tutum sergilemeye başlamıştır. Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye dinamiklerinin yoğun bir şekilde din olgusu üzerinden hareketlendiğini gözlemleyerek partinin söylemlerinde daha uzlaşmacı bir dil tercih etmiştir. Yukarıda bahsedilen eleştirilerden birine bir parantez açmak gerekirse, Kılıçdaroğlu döneminde partinin seçimlerde kendisini temsil edecek olan adaylarının seçiminde de din olgusu etkisini göstermeye başlamıştır. Din başlığının giriş kısmında bahsettiğimiz üzere muhafazakarlık kavramı sağ siyaset ile, sağ siyasette din ile iç içe geçmiş bir coğrafyada kendisini sağ yelpaze içerisinde tanımlamayan bir partinin sağ yelpazeden adaylarla seçime girmesi önemli bir parametredir. Ancak bunu “CHP dini siyasete alet ediyor” şeklinde yorumlamak çok ağır ve haksız bir eleştiri olur. CHP politikalarındaki din ve dindar olgusu ile uzlaşma aynı zamanda kendisini sağ ile uzlaşma sürecinin de içinde bulmuştur. Meşru bir iktidar kurabilmek, toplumun bütün kesimlerini yansıtabilmek, her farklılığa dokunabilmek için değişim ve dönüşüm gereklidir. Kılıçdaroğlu’da CHP Genel Başkanı sıfatını kazandıktan sonra “Yeni CHP” sloganıyla yola çıkmıştır. Yeni CHP, uzun zamandır sadece savunma yaptığı iddialar karşısında sadece savunma yapmak yerine artık politika üretebilir, yaşam felsefesini dini öğretiler üzerine kuran veya kendini böyle tanımlayan seçmenden de oy alabilmeliydi. “1999 seçimlerinden bu yana CHP’nin sahip olduğu seçmen haritası, siyasetin etnik ve dini fay hatları üzerindeki kırılganlığını gösterdiği ölçüde, CHP’nin bu kırılmanın hangi ekseninde yer aldığına dair de bir fikir vermektedir” (Ete, 2010, s. 19). Bu koşullar altında CHP’nin yaklaşım tarzındaki farklılıklar partinin etkin mevkilerinde sağ siyaset içerisinden yetişmiş kişilerin görev almasından, genel merkez binası içerisine açılan mescide kadar içten başlayarak dışa doğru açılan yeni bir penceredir. Bunun yanı sıra daha önce de bahsettiğimiz üzere toplumun büyük çoğunluğunun mensubu olduğu Sünniliğin dışında Alevi merkezli de söylemler geliştirilmiş, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması konusunda çalışmalar yapılmış, türban konusundaki kökten karşı çıkan anlayışın yerini, dini bir tercih olarak kabul edilen başörtüsünün, türban adı verilen siyasal simgeye dönüşümü konusunda yere daha sağlam basan eleştiriler geliştirilmiştir. Bu tür dönüşümlerin etkilerini bir anda veya bir seçimde görmek, karşılığını almayı beklemek sadece bir hayal ürünü olabilir. Ancak toplum içerisinde CHP’deki bu dönüşüm, azınlık bir kitle içerisinde dahi olsa karşılık bulmaya başlamıştır. Bunu sokakta açıkça görebilmek mümkündür. CHP mitingleri, grup toplantıları veya üye ve parti çalışanları içerisinde kendisini dindar olarak tanımlayan insanların sayısı giderek artmaktadır. Bu politikanın doğruluğu-yanlışlığı tartışılır, ancak burada önemli olan husus, seçmenin gözünde kendisine temas etmek isteyen ve bunun için kendi içerisinde özeleştiri yapan bir CHP görüp göremediğidir. CHP din konusunda kendisini iktidar ile kısır polemiklerin aktörü olarak tanımlamaktan çok halka din ile ilgili Türkiye’de yapılan birçok çalışmanın kendi eseri olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
AKP DÖNEMİNDE CHP POLİTİKALARI: EĞİTİM
Eğitim, bir bireyin küçüklüğünden başlayan, içinde var olan yeteneklerini ve kendini gerçekleştirebileceği potansiyelini fark etmesini sağlayan, toplumsal yaşama ayak uydurmasında yol gösteren, bilgi ve bilinç kazandıran uzun bir süreçtir. Bu süreç genellikle doğumdan ölüme kadar yaşam boyu devam edecek bir yol olarak tanımlanır. Bireyin kendisi, yaşadığı toplum ve var olduğu dünya ile ilgili fikir sahibi olmasını, değişim ve dönüşümlere adapte olabilmesini sağlar. Bireyi hayata hazırlayarak “Vasıfsız” sıfatından kurtarırken, bilgi sahibi olma ve uzmanlaşma imkânı sağlar. Dünya üzerinde var olan mevcut devletlerin en çok bütçe harcadığı, gelişimi için çaba sarf ettiği ve vatandaşlarının yararlanmasını ve ülkelerine faydalı olmalarını istediği kamusal hizmettir. Elbette bu durum, devleti yöneten iktidarın eğitime bakış açısı ve yaklaşımıyla da orantılı bir seviyededir. “Günümüzde eğitim, bir ulusun, sosyal, politik, ekonomik yönlerden gelişmiş ve kalkınmış bir ülke olabilmesinin temel etmenlerinden biri olarak görülmektedir” (Şişman, 2012, s. 5). Türk eğitim tarihine kısa bir göz atacak olursak, Cumhuriyet öncesi eğitim artık ne toplumla ne devletla ne de gerekli olan konjonktürle uyum içerisinde var olabilecek veya gelişebilecek bir durumda değildi. Eğitim temeli olan okuma-yazma dahi sorunluydu. Halkın konuştuğu dil, kamu kurumlarında konuşulan dil ve yazı dili farklı şablonlardan oluşmaktaydı. Cumhuriyet ile birlikte yapılan reformlar ve özellikle Latin harflerinin kabulü ile okur-yazar olma konusunda hızlı bir gelişim gösterildi. Eğitimin en önemli kurumu olan Köy Enstitüleri’nin kuruluşu ile büyük bir devrime başlanılarak, mevcut koşullarda ihtiyaç bulunan iki önemli alanı birbirine entegre ederek sloganlaştırdılar. Eğitim içinde üretim ve üretim içinde eğitim ülküsüyle köylerde yaşayan çocuklar ve gençler, buralarda eğitim alarak, mesleki, kültürel, sanatsal, sportif dersler almaya başladı. Amaç; köyün içinden çıkarılan bu öğrencilerin, eğitimlerini tamamlayarak başka öğrenciler bulmak ve yetiştirmek için köylerine veya Anadolu’nun dört bir köşesine yayılmasını sağlamaktı. Köylünün dilini konuşacak ama aynı zamanda aydın ve elit bir kitle oluşturmak gerekiyordu, bu kesimi oluşturmanın yolu yine köylünün kendi içerisinde bu cevherleri çıkartmaktı. Türkiye’nin eğitim ve ekonomi alanlarında üretkenliğini arttıran ve kendi kendini geliştiren bu Köy Enstitüleri, çok partili hayata geçiş sürecinde (1946-1950) Demokrat Parti kadroları ve tabanı tarafından çok fazla eleştiriye uğradı. Enstitülerde karma eğitim alınması sakıncalı görülüyor, okulların komünist yetiştirme yuvası olduğu, kız çocuklarının erkek öğrencilerle evlilik dışı ilişkiye girdikleri ve hatta hamile kaldıkları gibi ideolojik ve bel altı iddialar ortaya atıldı. Üstelik Menderes’i iktidara taşıyacak olan en büyük oy depolarından olan köy ağaları da bu okullara karşı önyargılı, karşıt ve korku içerisindelerdi. Kendini yetiştirmiş bir birey, özgürlük, eşitlik, adalet, vatandaşlık gibi kavramların anlamını bilen ve bu haklarının engellenmesine karşı çıkan bir toplum yaratılmasının temel taşını oluşturuyordu. Elbette bu durum da sadece bir toprak sahibinin, bir siyasetçinin, bir partinin değil, bir bütün olarak Cumhuriyet’e ve devrimlerine karşı çıkan herkesi bozkırın ortasında açan bu çiçeğin karşısında konumluyordu. Demokrat Parti iktidarıyla birlikte, üreten, sorgulayan, gelişen, ilerici ve aydın bu kurumlar ortadan kaldırıldı. Köy Enstitülerinden kurtulmak, sadece bu okulların kapatılmasıyla bitecek olan bir politika değil, çok daha büyük bir toplumsal planın parçasıydı. “Köy Enstitüleri’nin kapatılması ya da asıl işlevlerinden uzaklaştırılmalarıyla, İmam-Hatip Liseleri’nin açılmasının aynı yıllarda gerçekleşmiş olmasını bir rastlantı olarak görmek olanaksızdır” (Sarpkaya, 2008, s. 1). 1945 yılından itibaren Türkiye’nin yapısını şekillendiren dinamiklerde kırılmalar ve değişmeler yaşanmaya başlamıştı. Önce 2 kutuplu dünyanın Doğu Bloku grubundan uzaklaşılarak ABD ve Avrupa ile ilişkiler geliştirilmeye başlandı, hemen arkasından yeni ilişkilerden kaynaklanan politika değişikliği ile anti-komünizm rüzgarları esmeye başladı. Bu dönem İmam Hatip Liseleri’nin mantar gibi çoğalmaya başladığı bir dönemdir. Öncelikle CHP iktidarında bu liselerin 1930-1931 eğitim yılında kapatıldığı vurgusu yapılmaya başlandı. Evet, bu eğitim yılında birçok İmam Hatip Lisesi kapatıldı ancak bunun sebebi iktidarın siyasi politikaları değil, öğrenci azlığıdır. Çünkü 1923 yılından 1931 yılına kadar ailelerin ve öğrencilerin tercihi, eğitimli ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir birey olmanın önünü açan Köy Enstitüleri olmuştur. Bu tarihten itibaren İmam Hatip Liseleri veya 1949 yılında açılan İmam Hatip kursları, bazı dönemler kısa süreli bir azalış gösterse de hep yükselen bir ivmede seyretmiştir. Burada esas ilgi çekici noktalardan biri de bu okulların askeri darbe dönemlerinde duraklama devrine girdiği, darbe sonrası dönemde ise okul sayısı olarak fazlalaşması ve öğrenci artışında hızlanmanın yaşanmasıdır. 1980 darbesinde ise daha farklı bir istatistik göze çarpmaktadır. 80 sonrası yakın dönemde, İmam Hatip sayısından çok düşük bir artış olmuştur. Bu durumun okumasını ve analizini sayılarda değil, toplumsal düzende yapmak gerekir. 80 sonrasındaki toplum 60 darbesi sonrası topluma göre tamamen ters bir evrim yaşamıştır. Artık sokaklarda fikirleri için mücadele eden vatandaşlar, aktif sendikal faaliyetler, öğrenci hareketleri, okuyan-sorgulayan-üreten bir halk oldukça azınlıktadır. Bu değişim süreci İmam Hatip açma sayısı olarak düşük bir dönemi gösterse de dini faaliyet ve dini eğitim veren okulların köklerini tamamen yerleştirme ve toplumsal alanda karşılık bulma zemini hazırlamıştır. “Çünkü, din öğretiminin özünde sorgulama yoktur. Bir otoriteye boyun eğme olağandır. Bu; inan düzeyinde Allah’tır. Toplumsal ilişkilerde ise; Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla şeyh, halife veya devleti yönetenlerdir” (Sarpkaya, 2008, s. 5). Bununla beraber yine dikkat edilmesi gereken bir başka husus, İmam Hatip okulları dini alanda eğitim görmüş, bilgili din adamları yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir okul olmasına rağmen alan derslerinin oranı, genel kültür derslerinin yanında oldukça düşük bir veriye sahip olmuştur. Bu veriler ışığında siyaset bilimcilerin düşüneceği ilk soru, İmam Hatip okullarından yetişen, ağırlıklı olarak genel kültür dersi alan ve meslek tercihini kendi alanı dışındaki alanlardan ve bu alanların devlet yönetimine ve toplumsal hayata bire bir etki eden, toplumda itibar gören meslekler olmasına özen gösteren öğrenciler, bu kararları bireysel istekleri doğrultusunda mı almıştır yoksa toplumsal bir dönüşüm projesine mi hizmet etmişlerdir? Toplumun üst düzey meslekler olarak nitelendirdiği bu meslekleri seçen öğrenciler, mesleklerini icra etmenin yanı sıra, bu mesleklerde belirli bir kültürü ve belirli bir kesimden gelmiş insanları oturtmaya çalışıyor olabilirler mi? Köy Enstitüleri’nin kapatılması, İmam Hatip Okulları’ndaki öğrenci-öğretmen ve okul artışı, askeri darbeler ve sonrasında artan dini eğitim kurumları ve bu kurumlardan yetişen öğrencilerin önemli kademelerde meslek sahibi olması… AKP döneminde ise bu hızla artış gösteren grafik daha çok artış göstermeye başladı. Eğitime ayrılan bütçenin en çok İmam Hatip Liseleri’nde kullanılması, lise türlerinin değişikliğe uğratılarak, özellikle düz liselerin birçoğunun teknik meslek veya İmam Hatip Lisesi olarak değiştirilmesi, 81 ilde hemen hemen her iki mahalleden birinde bir İmam Hatip Lisesi bulunabilecek kadar yaygınlaştırılması, öğrencilerin bu liseyi tercih etmeleri için yapılan teşvikler ve propagandalar gibi birçok faktör sayabiliriz. AKP kanadının söylemlerinde “Dindar Nesil” yetiştirme istekleri, özellikle AKP’ye gönülden bağlı olan taban seçmenin veli olarak okul tercihinde öğrencileri bu okullara kaydettirmesinde etkili oldu. Üstelik her yeni AKP hükümeti döneminde, yeni Milli Eğitim Bakanı tarafından değiştirilen ve sil baştan inşa edilmeye çalışılan eğitim ve sınav sistemi, öğrenciler için İmam Hatip Liseleri’ni yeterli puanı alması en kolay okullardan biri haline getirdi. Üstelik öğrenci bulamayan İmam Hatip Liseleri’nin öğrenciye kavuşması için başka semtlerden okullara olan ulaşımlarda ya düşük fiyatlar uygulandı ya da kampanyalar yapıldı. CHP’nin eğitim politikasına bakış açısı; bilimi esas alan, yeniliklere ve çağdaş bilgiye açık, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, laik bir eğitimi öngörmektedir. Ancak CHP’nin İmam Hatip Liseleri karşısındaki tavrı ise bu liselerin eğitim faaliyetlerine devam etmesi ancak mevcut güncel siyasetten uzak tutulması şeklinde yorumlanabilir. CHP’ye yöneltilen eleştirilerde iktidar olması durumunda bu liseleri kapatacağına dair yaygın bir kamuoyu mevcut olmasına rağmen CHP’nin yazılı veya sözlü böyle bir girişimi, seçim vaadi, isteği arzusu bulunmamaktadır. Özellikle 2015 Genel Seçimleri ve 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri döneminde bu soru basın tarafından sıkça sorulmuş ve böyle bir isteğin bulunmadığı Genel Başkan Kılıçdaroğlu tarafından bizzat ifade edilmiştir. İmam Hatip Liseleri ile ilgili CHP’nin eleştirisi, bu liselerin var olmasından kaynaklanmamaktadır. CHP, bu liselerin eğitim verdiği müfredattaki ters orantıyı, sınav sistemleri ve mantar gibi çok fazla türeyerek veli ve öğrencilere başka bir okulu seçme şansının kısıtlandığını ve mevcut AKP iktidarı tarafından bu liselerin her seçimde, seçim malzemesi olarak kullanılmasını ve ortadan kaldırılan mağduriyet kavramının sanki CHP iktidardaymış ve bu liseleri ortadan kaldırarak öğrencileri mağdur edecekmişçesine yaratılan algıyı vurgulayarak eleştiriler yöneltmiştir. “Bu uygulamalar, sistemde sürekli değişikliklere yol açarak güveni zedelemekte, öğrencilerin ve ailelerin endişelerini daha da artırmakta, eğitimde kaliteye katkı yapmamakta, eğitimin ticarileştirilmesini hızlandırmakta, öğrencileri dershanelere ve kolejlere mahkûm etmekte, ekonomik olarak ailelere yük bindirmekte ve zaten sınırlı olan ulusal kaynakların yanlış kullanılmasına neden olmaktadır” (Gül, 2008, s. 188). AKP, yüksek öğrenim politikalarında da “Her şehre bir üniversite” projesi kapsamında yeni üniversiteler açmıştır. Bugün baktığınızda en az bir üniversiteye sahip olmayan şehir nerede kalmamıştır. Ancak bu projenin de birçok sıkıntılı yönü, üniversiteler mezun vermeye başladıkça ortaya çıkmıştır. Alınan eğitimin iş bulma noktasında yeterli olmadığı, öğrencinin alanında beklentileri karşılayamadığı ve ülkenin ekonomik koşulları baz alındığında nitelikli işsiz sayısında yıllara orantılı olarak büyüyen bir üniversite mezunu işsizlik trendi ortaya çıkmıştır. “AKP hükümetleri döneminde; 41’i devlet, 9’u da vakıf olmak üzere toplamda 50 üniversitenin kurulmasına olanak sağlanmıştır. Ayrıca yeni 10 hukuk fakültesi kurulmasına onay vermiştir. Bu gelişmeler eğitim olanaklarının yaygınlaştırılması ve yüksek öğrenime erişimin artırılması açılarından olumludur. Ancak, yeni açılan üniversitelerdeki ödenek, derslik, laboratuar, öğrenim elemanı vb. yetersizlikleri hat safhadadır” (Gül, 2008, s. 189). CHP, bu kadar hızlı ve plansızca açılan üniversiteler karşısında eleştirisini, üniversitelerin özgür bilim alanları olması gerektiğini, üniversitelerin YÖK gibi bir darbe kurumu varken bu özgürlükten ve özerklikten bağımsız olduğunu savunmuştur. Ayrıca açılan bu yeni üniversiteler, mezun sayısında da oldukça yükselen bir artış demektir. Türkiye’nin ekonomik koşulları, mevcut iş alanları, hali hazırda var olan işsizlik rakamları da eklenince plansız politikanın ağır faturaları olacağı çok açıktı ve CHP konuya bu eleştiri üzerinden yaklaştı. Temel eğitim konusunda özellikle anaokulu ve ilkokulu sayısı gün geçtikçe artan bir grafikte seyretmektedir. Üstelik bu okullarda Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik (PDR) alanında eğitim almış öğretmenlerin ve rehberlerin bulunması olumlu bir gelişmedir. Ancak AKP’nin son birkaç yıldır uyguladığı ve tasarruf etme amacı taşıdığını iddia ettiği, kalıcı yaz saati uygulamasından en çok küçük yaştaki çocuklar etkilenmektedir. Çocuklar için gece uykusu ve gün ışığı, bedensel ve ruhsal gelişmeleri açısından önemli iki faktördür. Kalıcı yaz saati uygulaması ile, okulların daha çok kış aylarında eğitim vermesi nedeniyle çocuklar uyandıklarında havanın karanlık olması nedeniyle gelişim sorunları yaşayabilmektedir. Üstelik önceden okuluna tek başına giden bir çocuk artık özellikle güvenlik sebepleriyle tek başına gidememektedir. Bu da velileri daha çok yoran, trafiği daha çok ve uzun süreli yoğunlaştıran bir dizi sorun teşkil etmektedir. CHP bu uygulamanın kaldırılarak bir an önce çocukların gelişimi için daha uygun olacak olan yaz saati-kış saati uygulamasına geçilmesini talep etmektedir. Türkiye’de eğitim ile ilgili konuşulması gereken en önemli sorunlardan biri de eğitimde fırsat eşitliği konusudur. Eğitim, anayasal bir hak olarak, kamu hizmetleri içerisinde yer alan, bütün vatandaşlara aynı ölçüde ulaşabilen ve ücretsiz bir hizmet olmalıdır. Ancak olması gereken ile var olan arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. “Türk eğitiminin geriliği, diğer yandan ifadesini coğrafi dağılışda kendisini göstermektedir: Türkiye, eğitim seviyesi yönünden birbirine zıt coğrafi kutuplara ayrılmıştır. Bu husus, yalnız iktisadi yönden değil, aynı zamanda da sosyal ve siyasal yönden önemli etkilerde bulunmaktadır. Çünkü çocuklar eğitim şanslarını kabiliyet ve başarılarına göre değil fakat doğdukları yerlere göre elde etmektedirler” (Aytaç, 1967, s. 254). Bu çarpıcı tespiti maalesef ki hala günümüzde dahi görmekteyiz. Metropol şehirlerin; öğretmen sayısı ve nitelikli öğretmen kalitesi, dersliklerin genişliği ancak bu genişlik içerisinde az sayıda öğrenciye verilen bir nevi özel ders imkânı, dersliklerin ısınma ve derslere uygun araç gereklere sahip olması, teknolojik gelişmelerin kullanılması, okullara ulaşım ve özel kurslar gibi imkanları bulunurken, Anadolu’daki bir köy okulunda veya terör sorunu yaşanan Doğu bölgelerinde bu imkanların bulunması mümkün değildir. Burada fırsat eşitliği açısından büyük bir uçurum yaşanmakta, bu uçurum okullaşma oranını ve öğrenci kalitesini de doğrudan etkilemektedir. AKP iktidarı döneminde CHP’nin desteklediği bir uygulama olan okul kitaplarını devletin öğrencilere ücretsiz olarak dağıtması bu eşitlik için atılan önemli bir adımdır. Ancak CHP’nin karşı çıktığı ve fırsat eşitliğinde bir başka uçuruma sebep olacak olan okullarda tablet dağıtımı ve kullanımı da aynı oranda bu eşitliği bozmaktadır. Eğer ki eğitim için kullanılacak bir araç, Türkiye’nin her yerinde ve aynı anda, bütün öğrencilere ulaşmıyorsa burada fırsat eşitliğinden söz etmek mümkün değildir. Alt yapısı ve ekonomik anlamda bütçesi oluşturulmadan yapılan bu “siyasi şov” birkaç yıl ertelenerek, gerekli kaynak ve sponsorlar yaratılarak daha planlı ve programlı bir şekilde gerçekleştirilebilirdi. Tam da bunu ifade eden CHP, AKP tarafından hizmet karşıtı olarak hedef tahtasına oturtuldu. Üstelik bu karşıt propagandasına maalesef ki metropol şehirlerde yaşayan ve bu yeni uygulamadan yararlanan öğrencilerin bazı velileri de destek verdi. Oysa ki aynı dönemde Doğu illerinde okula gitmek için evden kilometrelerce yürüyerek ve üstelik buna kötü hava şartlarında da katlanmak zorunda olan binlerce öğrenci bulunmaktaydı. Bunlardan da öte bir konu terör konusuydu. Bölgede sıcak çatışmalar günümüz 2019 Türkiye’sinde sadece “duruldu” diyebiliriz. Silahların gölgesi ortadan kalkmadıkça, bölgede yaşayan ve eğitim çağına gelmiş bütün öğrenciler hayata zaten birkaç sıfır geride başladıkları yaşamlarında eğitim konusunda da oldukça geride kalmak zorunda kalıyorlar. CHP Parti programını incelediğimizde genel bir toparlama yapmamız gerekirse eğer ana hatlarıyla eğitimin bilimsel ve laik olmasının gerekliliği, eğitim hakkının parasız ve eşit olan yurttaşlara sağlanması, öğrencilerin nitelikli eğitim alabilmesinin sağlanması, yurt ve burs kaynaklarının çoğaltılması ve bununla bağlantılı olarak cemaat yapılanmasının ve bu yapılanmanın izinsiz ve kayıt dışı yurtlarının yasaklanması, kız çocuklarının okur-yazarlık oranının arttırılması şeklinde özetleyebileceğimiz bir politikası mevcuttur.
AKP DÖNEMİNDE CHP POLİTİKALARI: KADIN
Dünya üzerinde insanın varlığı iki farklı cinsiyet ile ortaya çıktı. İlk çağlarda yaşayan insanlar küçük topluluklar halinde ve göçebe olarak yaşıyorlardı. Avcılık ve toplayıcılık temel var olma mücadelelerinin şekliydi. Erkek daha çok avcılıkla uğraşırken kadın ise toplayıcılık görevini üstleniyordu. Bu iki cinsiyet arasında bir iş bölümü bulunmaktaydı. Yerleşik hayata geçiş ile beraber kadının bu küçük toplumsal yapı içerisindeki rolü de az çok şekillenmeye başlamıştı. Kadın yaşam alanında bulunan, erkek bireyin avcılıkla, savaşçılıkla kazanarak getirdiği yiyeceği ev halkı için hazırlayan, evi çekip çeviren bir rolü üstlenmek zorunda kaldı. “Toplumsal kültürel yapının gelişim ve değişim aşamaları içerisinde farklı yapısal özelliklerde birçok aile türü ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında en geniş yeri ataerkil aile tutmaktadır. Ataerkil aileyle tek eşli ve ataya yani erkeğe dayanan aile, çok eşli yahut anaerkil aileye giderek üstün gelmiştir” (Bingöl, 2014, s. 110). Bu durum, dönemin şartları düşünüldüğünde anlamlı bir iş bölümüne işaret edebilirdi. Ancak zaman ilerledikçe, insanlık tarihi boyunca kadın, hep geri planda bırakılan, ön plana cinsiyeti ve bedeni ile çıkartılmaya çalışılan, bazen cadı denilerek yakılan, bazen bir savaş ganimeti olarak sayılan, bazen döneminin büyük düşünürlerinin ve filozoflarının bile yaşadığı devletin vatandaşı saymadığı, bazen de ailenin içerisinde erkeğin egemenliğini kabullenerek yaşaması ve doğuştan ona verilen üreme yeteneğini erkeğin istekleri doğrultusunda kullanması gereken bir varlığa dönüştürüldü. Oysa ki kadın tarih boyunca insanoğlunun medeniyetinin en büyük göstergesiydi. Kadın, dünya tarihi boyunca en önemli saydığımız devrimlerin hep içerisinde yer aldı. Kilisenin tanrısal egemenliğine başkaldırıda, monarşiye karşı ayaklanmalarda, ulus devlet mücadelesinin tam ortasında, devrimlerde ve sınıf mücadelelerinde, acımasız ve kanlı savaşlarda hep yaşadığı toplumun bir diğer yarısı olarak var oldu. Bütün bu mücadelelerin ardından kadın, artık toplum içerisinde kendisine atfedilen konumu ve rolü sorgulamaya başladı. Kendi bilinç uyanışını gerçekleştirerek en temelde insan olduğunu, içinde barındığı, ürettiği, emek verdiği, vergi ödediği devletinin vatandaşı olduğunu sosyal hayatta konumunun ve haklarının şu an ne olduğunu ve gelecekte ne olmasını istediğini düşünmeye başladı. Toplumsal cinsiyet adı verilen olguya karşı, bedeninin biyolojik ve dış görünümsel özelliklerinden başka bir şey ifade ettiğini anladı ve anlatmaya çalıştı. Bu nedenle dünyanın dört bir tarafından kadınlar bir araya geldi, konuştu, yol haritasını çizdi ve kendisine damgalanmak istenen etikete karşı örgütlendi. Sadece vatandaşı olduğu devletin kendisini tanımasını değil, aynı zamanda o devleti yöneten bir birey olmak için mücadele verdi. Türkiye özelinde konuştuğumuzda, 1934 gibi bir tarihte, dünyanın o dönem ve günümüzde medeni, gelişmiş ve ileri ülkelerinden çok daha erken bir zamanda kadına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Bütün bu önemli gelişmelere rağmen kadın olmak her zaman zor oldu. Erkeğin fiziksel gücünü, dini olguları, yaşadığı bölgenin gelenek ve göreneklerini, ekonomik gücünü kullanarak kadın bedeni üzerinde daimî ve tek taraflı bir hak iddia etme isteği ve zorlaması hiç bitmedi. Toplum, “Erkeklik” adı verilen bir kavram icat etti. Bu erkekliğin temelinde cinsiyet olsa da ifade ettiği anlam, erkeğin söylem ve davranışlarını hoş görme, onaylama, haklı bir neden arama ve hak iddia etmesini kapsadı. Sevgi gibi güzel bir kavramı dahi zedeleyerek, erkeğin kadına şiddet uygulaması, kadını aldatması, kadının hak ve hürriyetlerini sınırlandırması, sevgi kavramı üzerinden yorumlanarak erkeklik adı verilen ve içi tamamen erkek egemen bir anlayışla doldurulmuş bir “şey” ortaya çıkarıldı. Tüm Türk tarihi açısından incelemek yerine daha yakın dönem tarihimizi baz alırsak, Osmanlı’da ataerkil dediğimiz toplumlardan biri olarak bu davranış kalıplarını özüne kattı. Osmanlı’nın yıkılış dönemi kadınlar için gerçek bir hareketliliğin ilk filizlerini verdiği dönemdir diyebiliriz. Tanzimat Fermanı, Anadolu’da yaşayan kadınlar için ilk işaret fişeği sayılabilir. “Osmanlı’nın yıkılmadan önceki son 50-100 yılı toplumun geneli için olduğu kadar Türk kadını açısından da manidardır. Bu dönemler Osmanlıda yenileşme, Batılılaşma, modernleşme hareketlerinin tırmandığı zamanlardır. Bu anlamda Tanzimat, kendinden sonraki kadın ve kadın modernleşmesiyle alakalı hızlı gelişmelere ön ayak olmuştur” (Bingöl, 2014, s. 111). Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Anadolu topraklarındaki -en azından bir bölümü- kadın toplumdaki yeri ve hakları açısından bir oh çekebildi. Ancak burada şunu da atlamamak gerekir, kadına Anadolu’da saygınlık kazandıran şey başlı başına Cumhuriyet ve seçme-seçilme hakkı değildi. Anadolu’da kadın, erkeğin yanında cephede savaşarak, elinden gelen imkanlarla askere cephane ve gıdadan giyime lojistik bir destek sağlayarak, yokluk içerisinde dahi üretmeye çalışarak kendi saygınlığını önce kendisi canını vererek ve tırnaklarıyla kazıyarak kendisi kazandı. Ancak bu saygınlık, Cumhuriyet Dönemi içerisinde kadına verilen değer ve haklara rağmen zaman içerisinde yine azalışa geçmeye başladı. Kadın, kendisine verilen hakları Osmanlı’dan kalma zihniyetin kurbanı olarak kullanamıyor, ataerkil toplumun dayatması nedeniyle kullanacak vakti kalmayacak kadar aile ilgilenmek zorunda bırakılıyor veya ekonomik anlamda kendi ayakları üzerinde durabilecek refaha ulaşmadığı için bu haklarından vazgeçiyordu. Bu haklardan kasıt vatandaş olma veya seçme-seçilme gibi haklar değildi. Eğitim alma ve meslek sahibi olma gibi hayatın daha içinden haklardı. Özellikle İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu başta olmak üzere, kadın bölgesel zorluklarla karşılaşıyor, geleneksel yapının otoritesi ve dini olguların kısıtlayıcı yaşam biçimiyle geri adım atmak zorunda kalıyordu. Araştırmamızın esas mercek altına alacağı 2002-2019 yılları arasında gelirsek, bahsettiğimiz bütün bu zorluklar cesaretli, özgüvenli, arkasında aile ve çevre desteği bulabilen kadınlar için aşılabilir hale gelmiş olsa da hala büyük bir çoğunluk geçerli bir halde devam etmektedir. “İçinde bulunduğumuz çağ razı olunsun olunmasın çalışma, üretme, faal olma ve aynı zamanda tüketme çağıdır. Bugünkü dünyada hayat evde değil, dışarıdadır” (Bingöl, 2014, s. 112). Kadına yüklenen roller ve kadının bireysel anlamda kendini gerçekleştirmesini, gelişmesini, sosyal hayatını etkileyen faktörler üzerinden AKP politikalarının nasıl şekillendiğini ve CHP’nin nasıl bir politika ürettiğini gözlemleyebiliriz. Kadına yüklenen ilk sorumluluk genellikle “Aile” kavramı üzerinden getirilmektedir. Kadın aileyi oluşturan temel yapı taşıdır. Ailenin birliği için kadının sosyal hayattan koparak, eşi olan erkek bireyin ve varsa çocukların ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü hissetmesi gerektiği inancı bulunmaktadır. Özellikle eğer ki ailede bir çocuk yok ise, bu çiftin her ikisinin de kendi özgür iradeleriyle verilmiş bir karar olsa dahi kadından bir “kusur” aranır. Özellikle dinsel ve geleneksel toplumsal yapılarda ailenin içerisinde bir çocuğun olmayışı o aileyi tam aile olarak görmemeyi tercih eder. Bununla birlikte kadının herhangi bir işte çalışıyor olması veya bir kurs/hobi/spor faaliyeti ile ilgilenmesi kadının esas sorumluluğu olan aileyi ihmal ettiğini savunur. Bunu metropol şehirlerde oransal olarak daha az görmekte, daha küçük illerde ise daha fazla görmekteyiz. Çünkü kentlileşmenin getirdiği şehir hayatı, daha çok imkân, daha çok çeşitlilik, daha çok kültürün birbiriyle kaynaşması ve birbirine saygı duyması demektir. Bunun yanı sıra şehir hayatı ile birlikte çekirdek aileyi oluşturan bireyle geniş ailelerinden kopmakta veya eski yoğun bağı sağlayamamaktadır. Dış müdahalelerin azalması, bireyin kendi hanesi içerisindeki bireylerle daha iyi iletişim kurmasını ve isteklerini kabul ettirmesini sağlar. “Göçle birlikte geniş kitleler kırsal kesimden büyük kentlere akmaktadırlar. Bu da doğal olarak toplumsal ilişkileri çok boyutlu etkilemektedir. Bir yandan bireyci davranış kalıplarının gelişmesine, bir yandan da aile ve akrabalık ilişkilerinin zayıflamasına yol açmaktadır. Kentleşme ile eğitim ve refah imkânlarının artması, öte yandan geleneksel değerlerin dönüşmesini beraberinde getirmektedir. Bu da kendini en fazla kadın-erkek eşitliği alanında ortaya koymaktadır” (Çaha, Aydın, & Çaha, 2014, s. 212). AKP, kendisini muhafazakar demokrat bir parti olarak tanımlamış bir parti olarak kadına ve kadının sosyal hayatına karşı fikirlerini; kadının iş hayatından çok aile hayatı ile ilgilenmesi gerektiğini, kariyer ile aile arasında yapması gereken bir tercihte aileyi seçmesini, çocuk sahibi olmanın -ki “En az üç çocuk” söyleminin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çok sık kullandığı bir söylem olduğunu belirtmekte yarar var- kişisel gelişimden çok daha önemli olduğunu, kadının aile kurmadan bir erkek ile evi paylaşmasını sakıncalı bulduğunu açıkça beyan etmiştir. Bu söylemler elbette ki toplum hayatını, özellikle de AKP tabanının sosyal hayatını etkileyen sözlerdir. Üstelik iktidarda bulunan AKP’nin kadına sadece aile içi bir misyon yüklemesi, yasalarla, kanunlarla, basın ve medyayla, kültürel kodların değiştirilerek toplum mühendisliği ile kadına karşı yaratılan beklenti algısıyla kadın üzerinde yoğun olarak hissedilen bir baskı gücüdür. İktidar tarafından çeşitli kanallarla oluşturulan veya etkisi arttırılan bu baskı gücü, eğitim seviyesini yükseltmek ve kendini geliştirmek isteyen, yıllar boyunca emek vererek aldığı eğitimin sonucunda bir kariyer hedefi olan veya bireysel olarak bir evde yaşayan ve ilişkilerini resmi herhangi bir dayanak olmaksızın yaşayan kadınlar için, toplum tarafından ötekileştirilmek, dışlanmak, hor görülmek ve hatta sözlü, psikolojik ve fiziksel saldırılara maruz kalmak demektir. Bu tarz bir yaklaşımla Türkiye gibi ekonomisi kendisine yetemeyen, üretimde, tarımda, sanayide, marka değeri bulunan kurumsal şirketlerde çalışabilecek yeterlilikleri barındıran çalışma nüfusu için de oldukça olumsuz koşullar yaratılmaktadır. Günümüz koşulları, kadının toplumsal hayattaki yerinin aile içi gibi dar bir alanda tutulamayacağını, gerek fiziksel işgücü olarak gerekse ticaretin, hizmet sektörünün, üretim araçlarının içinde bulunması gerekliliğini, hem ülkenin büyüme ve gelişmesi için hem de bireyin kendisi ve içinde var olduğu ailenin daha iyi yaşam kalitesine sahip bir hayat sürebilmesi, ekonomik olarak bağımsız, temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ve bunun dışında sosyalleşebilen bir güçte olmasını zorunlu hale getirmiştir. Ancak 1980 ve sonrasından günümüze kadar ki devam eden sürecinde kadının istihdam edilmesi gelişme göstermek yerine durgunluk yaşamıştır. Bunun ana nedenlerinden biri ise kadının ikinci sınıf bir vatandaş konumlamasına tabi tutularak kayıt dışı istihdam edilmesi edilmesidir. Kadının çalışma hayatında kapladığı en büyük alanlardan biri tarım sektörüdür. Kırsal kesimlerde kadın günün erken saatlerinde kayıt dışı olarak çalışmaya başlar ve bu çalışma süresi akşama kadar devam eder. Aynı zamanda akşam eve geldiğinde de evdeki çalışma süreci devam eder. Kayıt dışı çalışmadan kasıt sosyal hiçbir güvencesi olmadan çalışmasıdır. Yetersiz sanayileşme ise bir başka nedendir. Sanayi alanındaki yetersizlik ve istihdam edebileceği iş gücü oransal olarak erkeklerin ağırlıklı olarak bu iş kolunda iş imkanına sahip olduğunu göstermektedir. Hizmet sektöründe ise kadının yine ikinci tercih olarak çalışma hayatına katılımının sağlanması (bazı meslek türleri hariç; öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik vb.) veya piyasadaki durgunluğun getirdiği küçülmeler, bunun yanı sıra yüksek işsizlik oranları gibi faktörler kadının düşük ücretle ve sosyal hiçbir güvencesi bulunmadan kayıt dışı istihdama rıza göstermesine sebep olmaktadır. Bu durumun arka planında elbette ki neo-liberal ekonomik politikalar yatmaktadır. Ucuzu işgücünün kazanılması ve kadının iş hayatını sadece evin dışarısındaki hayat olarak kabul etmesi yani iş bölümü kavramının cinsiyetçi bir yaklaşım ile var olan etaerkil düzende devam etmesi durumudur. “Serbest piyasa modeli ekseninde, esasen erkeklerle özdeşleştirilen niteliklere sahip temel aktör olarak tanımlanan birey temelli bu yaklaşım, Programda eril cinsiyetçi bir yaklaşımın izlerinin olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Partinin öncelikleri arasında belirlenen “Temel Haklar ve Özgürlükler” başlığı altında, kadının insan haklarına yer verilmediği görülmektedir” (Altuntaş & Demirkanoğlu, 2017, s. 70). CHP kadının ailedeki yerini ailenin evdeki ihtiyaçlarını karşılayan bir üyesi olarak görmez. CHP politikalarında kadın her şeyden önce bu ülkede yaşayan ve kendisinden sorumlu olan bir vatandaştır. Aile kurmak, ailesini hangi üyelerle kurmak istediği sadece o bireyin isteğine göre belirlenebilecek davranışlardır. Aynı zamanda kadın bedenini ailenin üreme yoluyla devamını sağlama aracı olarak görülmesine karşıdır. İş hayatında ise kadının, erkeklerle aynı koşulda istihdam edilmesi ve eşit işe eşit ücret alınması gerektiğini savunur. Kadını sadece biyolojik farklılığı nedeniyle kayıt dışı ve ucuz iş gücüyle çalıştıran zihniyet karşısında, kadının örgütlenmesinden, sendikal faaliyetlere katılmasından ve aktif olmasından yanadır. CHP için aynı zamanda sadece herhangi bir işte çalışacak bir iş gücü değil, o işin sahibi de olmalıdır. Bu nedenle pozitif ayrımcılık ilkesini savunarak iş hayatına atılmak ve kendi işini kurmak isteyen kadınların girişimcilik yönlerinin desteklenmesi savunur. Bu pozitif ayrımcılık aynı zamanda kadının tam da vurgulanan aile hayatına da pozitif olarak ve doğrudan etki etmektedir. Kadın iş hayatına girdiğinde, evin ekonomisinde bir artış olacaktır. Bu ekonomik refah artışı ile beraber ev halkı daha iyi yaşam standartlarına kavuşacaktır. Daha çok ürün ve hizmet satın alabilecek, bunu yaparken de ülke ekonomisine hem üreten olarak hem de tüketen olarak katkı sağlayacaktır. Bu nedenle kadının çalışma şeklinin de esnek koşullara göre ayarlanması, hastalık, hamilelik süreci, doğum izni ve doğumdan sonra ekonomik katkılarla desteklenmesi gerektiğini savunmaktadır. Burada hem iktidar olan AKP hem de ana muhalefet konumunda bulunan CHP’ye ortak bir eleştiride bulunmak mümkündür. Kadının toplumsal hayattaki konumunu tayin etmeye çalışan ve kendi tabanından partinin her kademesindeki örgütlerine kadar kadın üyeler bulunduran AKP ile kadının sosyal hayattaki yaşamının sadece aile hayatından ibaret olmadığını, kadının erkek birey ile aynı haklara ve güvencelere sahip olması gerektiğini savunan CHP, söylem bazında kadın bireylerin siyasette yer almasını destekleyen açıklamalar yaparken, partilerin milletvekilliklerinin cinsiyete göre dağılımına baktığımızda erkek vekil sayısı ile kadın vekil sayısı arasında büyük bir uçurum görmekteyiz. AKP için aktif siyasal görev talep eden kadın bir ek unsur olarak değerlendirilmektedir ve bu durum siyasi kazanç malzemesi olarak kullanılmakta, kadının aktif katılımı teşvike veya kadının yaşadığı zorluklara gerçek anlamda bir yaklaşım göstermemektedir. “Bir siyasi parti programında kadınların AKP’ye üye olmalarının özendirilmesini kadın ve siyaset düzleminde bir parti politikası olarak sunmak, sorunun özüne inmek yerine bu politikaların belli amaçlara hizmet için üretilmediğini de göstermektedir” (Terkan, 2010, s. 129). Bu ek unsur, iktidar olması nedeniyle dünya siyasetine, Türkiye’de bulunan muhalif yaklaşıma karşı ise göstermelik bir göz boyamadır. “Kadınların siyasete girmesi renk, tamamlayıcı unsur olarak görülmekte, gerek siyasete girememe gerekse diğer sorunların temelinde gelenekler suçlanmaktadır” (Cansun, 2008, s. 11). CHP için ise kadın demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru olarak kadının hayatında her alanında olduğu gibi siyasal alanda da var olmasını ve bu var oluşun desteklenmesini ifade etmektedir. AKP milletvekili aday listesini Genel Merkezi tarafından belirlerken, CHP ise ne Genel Merkez tarafından liste belirlerken ne de önseçim yolu ile kendi içerisinde bir süreç başlattığında kadına pozitif ayrımcılık sağlamamaktadır. Meclisimizin kırmızı koltuklarındaki erkek sayısı ile kadın sayısı eskiye göre ilerleme gösterse de bu ilerleme bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Oysa kadının siyasal alandaki varlığı oldukça önemlidir. “Siyasal kararlara katılmayan kadınlar kendi sorunlarına ilişkin siyasal araçlara da ulaşamazlar” (Ateş & Yavuz, 2017, s. 37). Günümüz partilerinde kadının siyasal hayata katılımı üç türlü gerçekleşmektedir. Bunlardan birincisi kadının “seçmen” olarak siyasal hayata katılmasıdır. Ancak burada bir parantez açmamız gerekmektedir. Kadın seçmen dediğimiz zaman seçmen ile ilgili sadece biyolojik cinsiyet yönünden bir fark olduğunu düşünebiliriz ancak Anadolu’da tamamen bu kadar basit bir fark bulunmamaktadır. Kadının toplumdaki konumu erkek egemen baskı altında ezilmesi seçmen kimliğine de yansımaktadır. Özellikle köylerde veya küçük illerde yaşayan, herhangi bir eğitim durumu bulunmayan veya çok alt seviye bir eğitim alabilmiş kadınlar, erkekler tarafından zoraki bir yönlendirilme yaşamaktadırlar. Erkeğin istediği partiye veya belediye başkanına oy vermemek ve bunu açıkça ifade etmek, bazı kesimlerde erkeğin sözlü ve fiziksel şiddetine maruz kalmak demektir. Hatta kurallara tamamen bağlı olmayan görevlilerin bulunduğu seçim sandıklarında, oy verme alanına eşleri ile birlikte girmek isteyen ve hatta giren erkeklerin olduğunu gözlemlemek zor değildir. Kadının siyasete katılımındaki ikinci tür ise arka planda var olarak “eş” konumundan siyasete katılmaktır. Algı Yönetimi alanının incelemeleri sonucunda siyasal tercihlerde aday olan kişilerin aile hayatları da önemli bir rol tutmaktadır. Adayın eşinin siyasal alanda şeklen gözükmesi, basın açıklamaları ve miting alanlarında eşiyle beraber yer alması birçok seçmen için “Örnek aile” tablosu algısını yaratmaktadır. Bunun farkında olan siyasetçilerin, eşlerini siyasi bir kazanç için “yanlarında taşımaları” da kadının siyasete şeklen katılımını göstermektedir. Üçüncü ve son katılım şekli ise aktif olarak siyasal faaliyetlerde bulunma, siyasi partilere üye olma ve görev alma şeklindedir. Kadınların siyasal alana katılmalarının birçok sebebi bulunmaktadır. Bunlardan en temeli olan karar alma süreçlerine etki edebilme gücü veya karar alıcı olabilme isteği partilerin liderlerine, listelerine ve kotalarına takılmaktadır. “Siyasi partilerde eşitlikçi bir yapının kurulması, aday seçimlerinin demokratikleştirilmesi ve cinsiyet kotası kadınların siyasi alanda daha eşitlikçi bir oranda temsilini sağlayacak çözümlerdendir” (Oruç & Bayrakçı, 2018, s. 472). Burada yeterli olmayan ancak kötünün iyisi diyebileceğimiz tek uygulama CHP’nin “Kadın Kotası” uygulamalarıdır. Tüzüğünde de belirtilen koşullara göre her seçim dönemi belirli oranda kadın adayı aday göstererek şu anki mevcut partiler içerisinde kadına siyasal hayatında en çok desteği sağlayan partidir. Kadınların siyasal hayata katılımının artması için günümüzde iki temel güç destek vermektedir. Bunlardan birincisi sivil toplum kuruluşlarıdır. Sivil toplum kuruluşları, hayatın içinde var olan, her noktasına temas eden, dayanışma, iş birliği ve bilinç gücünü arttıran yapılardır. İkinci bir güç ise basın veya günümüzde basının işlevini gören, hayatın her alanından anında haber almamıza veya haberi kendimizin oluşturmasına yardımcı olan sosyal medyadır. Kadınlar ile ilgili konularda özellikle kadına karşı uygulanan herhangi bir şiddet veya cinsel saldırıda, toplum üzerinde bir bilinç ve algı yaratarak kamuoyu oluşturmakta ve böylece yetkili kurumların olaydan haberdar olarak müdahale etmesini sağlamaktadır. Kadınlar sosyal medyanın gücü sayesinde, belki bu gücü keşfetmeden önce korktukları, sindikleri veya sustukları birçok haksızlığa veya şiddete karşı artık daha güçlü bir biçimde kendilerini ifade edebilmektedir. Tüm bunlara rağmen mevcut yasaların yeterince caydırıcı olmaması, koruma programlarının çok prosedürle ve yetersiz oluşu, ağır işleyen yargılama süreçleri kadınların hayatını zorlaştırmakta ve bazen maalesef hayatlarına sebep olmaktadır. Bunun yanı sıra siyasal alanda görünmekte zorlanan kadın siyasetçilerin söylem ve politikalarını vatandaşlara iletme konusunda büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Kadınların en çok karşılaştığı bir diğer politik sorun “şiddet” öğesidir. Şiddeti politik bir sorun olarak görmemek, şiddetin meşrulaşması için bir kapı aralamak gibidir. AKP ve CHP politikalarında, kadın ve şiddet en temelde tanımlama açısından farklılık göstermektedir. AKP’nin kadına karşı uygulanan şiddet karşısında yasalarda düzenleme yapmak ve şiddet mağduru kadınların rehabilite edilmeleri için kurumlar açmakla önlenebilir bir olgu olduğunu düşünmesi karşısında CHP bu soruna en temelde insan/birey haklarının tecavüzü olarak bakmaktadır. “CHP kadına şiddeti en yaygın ve sık rastlanılan insan hakları ihlallerinden biri olarak değerlendirmekte ve kadına karşı şiddetle mücadele ulusal eylem planı oluşturulacağı belirtilmektedir” (Terkan, 2010, s. 132). Bu nedenledir ki 17 yıldır iktidar bulunan AKP döneminde, kadına şiddet giderek yaygınlaşmakta ve sıradanlaşmaya başlamaktadır. Üstelik AKP gibi dini motifleri içinde barından bir muhafazakar partinin kutsal kitaplarda dahi karşı çıkılan şiddet karşısında erkeği açıklanabilir sebepleri var olarak görmesi, kadının yaşam biçimi nedeniyle karşılaşabileceği şiddetin suçlusunun yine kadın olacağını düşünen bir mekanizmaya sahip olması, kadın hakları ile ilgili yasalar, komisyonlar, kurumlar kurmasına rağmen en temel ihtiyaç olan adalet ihtiyacının sağlanamaması karşısında suskun kalması kadınlar açısından devlet desteğinden mahrum kalmaktır. CHP’nin şiddete olan yaklaşımı toleransı sıfır olan bir yaklaşımdır ve hiçbir hafifletici sebebin bulunamayacağı yönündedir. Kadına şiddeti tamamen bitirebilecek bir politika bulmak imkansızdır ancak bu oranı arttırabilecek en önemli iki unsur eğitim ve caydırıcı yasalardır. Elbette ki ne eğitim ne de yasalar başlı başına bu soruna bir çözüm değildir ama bir başlangıçtır. Kadının bedensel bütünlüğüne temas edebilecek, yaralarına merhem olabilecek en önemli husus erkeğin eğitilmesidir. AKP’nin de bu konuda eğitim ile politikaları mevcuttur ancak bir farkla. AKP zihin mekanizmasına göre eğitilmesi gereken birey kadındır. Aile hayatını birinci plana almayan, giyimi ve yaşam biçimi toplumsal genelliğine aykırı olan, dini kuralların yasakladığı alkol tüketiminde bulunan kadın eğitilmeli ve bu davranışlarından vazgeçirilmelidir. CHP, kadının sosyal hayatını ve önceliklerini irdelemekten çok, erkeğin eğitilerek kadın, erkek, çocuk, hayvan ayırt etmeksizin şiddeti bir ifade şekli olarak kullanmaktan vazgeçirme üstüne politikalar üretmeye çalışmaktadır. Kadının yaşam biçimi, giyimi, tüketmek alışkanlıkları, iş hayatı, eğlence anlayışı, çocuk sahibi olma isteği ve çocuklarının sayısı sadece kadının karar vermesi gereken hususlarken, Türkiye’de AKP iktidarı boyunca kadına sözlü-fiziksel-psikolojik şiddet, tecavüz ve taciz, temel hak ve hürriyetlerini kısıtlama olayları giderek yükselen ve halkın tepki gösteren bir kesimi dışında maalesef kanıksanan olaylar haline gelmiştir.
AKP DÖNEMİNDE CHP POLİTİKALARI: ÇEVRE VE KENTLEŞME
Çalışmamızın bu bölümde yer alan “Çevre ve Kentleşme” konusu, önce çevre ve kent kelimelerinin tanımları ile başlayacak, daha sonra ise çevre sorunları, çevre planlamaları, doğa ve kent politikalarına karşı olumlu ve olumsuz tepkiler ile devam edecek, kenti, kentin bireylerini ve sorunlarını inceleyeceğiz. İnsan, hayatını sürdürebilmek için önce doğayı tanımaya çalıştı. Ardından doğayı anlamaya ve doğayla uyum sağlamaya çalıştı. Artan nüfusu ve gelişen toplumsal yapı ile birlikte küçük topluluklar halinde yaşamaya başladı. Bu topluluklar, bireylerinin en temelde barınma ihtiyacını karşılayabilmek için küçük yapılar/binalar inşa etmeye başladı. Gelişme süreci devam ettikçe önce yapılarını çoğaltarak küçük köyler ve kasabalar kurdu, sonra doğa ile arasındaki uyumu, kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalışarak doğaya üstünlük kurmaya çalıştı. Bu üstünlük kurma evresinde doğanın ekolojik dengesini bozmaya başladı. Doğal yaşam alanlarının, iklimlerin, okyanus-deniz-göl sularının, nefes aldığımız havanın insan tarafından bozulması, betonlaşma faktörü gibi ektenler büyük binaların, fabrikaların, ticari faaliyet alanlarının oluşumu için yer açarken, şehirlerin yaşanabilir olması olgusuna zarar verildi. Bozulan bu denge insanın da yavaş yavaş sonunu hazırlamaktadır. Doğa ile insanın verdiği bu mücadelede, insan kazandıkça yine insan kaybedecektir. Sadece doğanın dengesi de bozulmadı. Aynı zamanda artan nüfus ile birlikte plansız bir yerleşim düzeni ortaya çıktı. Fırsat ve imkanların çeşitliliğinin çok olduğu büyük şehirler ve bu fırsat ve imkanlardan az yararlanabilen veya yararlanamayan küçük şehirler ortaya çıktı. Bu fark, aynı şehir içindeki farklı bölgelerde de kendisini göstermeye başladı. Sadece ulusal ölçekte düşünmek, konuya eksik yaklaşmak olur. Dünya’nın herhangi bir bölgesinde çevre sorunu, Dünya’nın geri kalanını da etkilemektedir. Bu nedenle çevre sorunu küresel ve evrensel bir sorundur. Ülkelerin gelişmiş düzeyleri, çevre sorunlarına yaklaşımına da doğrudan olumlu veya olumsuz yönde etki etmektedir. Yeterli özen gösterilmese de dünya ülkeleri de bu sorunlara kayıtsız kalamadı. Siyasi-ticari-ekonomik iş birlikleri aynı zamanda doğayı koruma ve çevre sorunları ile ilgili iş birliği teşkilatlarının da kurulmasına zemin hazırladı. Ulusal düzeyde ise, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, eğitim kurumları gibi tüzel kişilikler toplumsal bir hareket oluşturmak, insanlarda bilinç yaratmak, yasalar ile doğanın korunmasını sağlamak için çalışmalar yapmaktadır. Siyasi partiler bu konuda hem en avantajlı hem de en dezavantajlı konumda bulunmaktadır. Siyasi partiler, iktidar olduklarında yönetme yetkisine sahip olurlar. Bu yönetme yetkisiyle birlikte doğa, çevre ve kent ile ilgili tasarrufta bulunma gücüne de sahip olurlar. Ancak aynı zamanda sınırları içerisinde bulunan şehirlerin yapısına, büyüklüğüne, ihtiyaçlarına ve sorunlarına karşı da bir sorumluluk içerisinde bulunurlar. Bu sorumluluk doğayı koruma, çevre düzenlemesi ve planlı kentleşme yönünde gerçekleşebileceği gibi, artan nüfus, hizmet ve iş imkanları nedeniyle hızlı bir yapılaşmaya gitme zorunluluğu şeklinde de gerçekleşebilir. Ancak tarihin yüklediği misyonun dışına çıkan kent ve kentli kavramlarının günümüz kent yapısı içerisinde içi boşaltılmış durumdadır. Kentler AKP iktidarı döneminde çarpık yapılaşmalar, büyük gökdelenler, inşaat sektörü açısından refah kaynağı olarak algılanmıştır. Kent sorunu ile konuyu giriş yapmak gerekirse kent; insanların yaşamlarını sürdürdükleri, belirli bir nüfusa sahip olan ve başka yaşam alanları ile arasında sınırları belirli olan alandır. Bir yerleşim yerinin kamu yönetimine göre kent olması için demografik veriler gerekirken, toplum ve siyaset bilimi için içinde yaşayan insan topluluğunun yapısı ve imkanların çeşitliliği akla gelebilir. Kent dediğimiz yaşam alanında bulunan bireylere “Kentli” adını veriyoruz. Kentli sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel bir birikimin sonucudur. Türkiye’de kent kavramı tarımın makineleşmesi ile birlikte kendini göstermeye başlamıştır. Köy yaşamının gelir kaynaklarının başında tarım gelmektedir. Tarımdaki en önemli güç kaynağı da insan gücüdür. İnsan gücünün yerine makine gücünün gelişi ile birlikte çok daha fazla iş, çok daha kısa sürede yapılmaktadır. İnsan gücüne gereksinimin azaldığı köylerden kentlere doğru başlayan göç dalgasına kentin cazibesi, daha iyi eğitim ve iş olanaklarının da etkisi eklenince kentli sayısı, köyde yaşayan köy halkı sayısına göre zaman içerisinde bir yükseliş göstermiştir. Bu kentleşme türü daha çok ekonomik nedenden dolayıdır. Ancak kentleşmenin siyasi nedenleri de vardır. Özellikle AKP iktidarı döneminde Türkiye’de tarım ve tarımsal faaliyetlerde çalışacak olan insan gücünde büyük azalmalar meydana gelmiştir. Bunun esas nedeni, tarımsal ürünlerin birçoğunun yurtdışından ithal ediliyor olmasıdır. Köylü ve çiftçiler birçok teşvik desteği alsa da bu teşvikler firmaların yurtdışından ithal ettiği ürünleri satışa çıkardığı zaman elde ettiği kazanca oranla oldukça azdır. Bunun yanı sıra Türkiye’nin en kısır kaldığı konulardan biri de markalaşmadır. Köyde tarımı yapılan, üretilen ürünler, son tüketiciye ulaşana kadar birçok paydaşa ulaşmaktadır. Bu paydaşların her biri kendisindeki önceki süreçteki belirlenen maliyeti arttırmakta, en son tüketiciye ulaşırken üzerine damgalanan marka ise fiyatı çok daha yüksek hale getirmektedir. Temel gıdalardan biri olan sebze ve meyveler ise üreticiye çok düşük bir ücret kazandırırken, ürünü kendi markası olan markette satan ticari işletme çok daha yüksek kazanç elde etmektedir. Tarımsal faaliyetler Türkiye’de iki şekilde gündeme gelmektedir. Bunlardan ilki yerel yönetimlerin belirlenme süreçlerinden biri olan “Yerel Seçimler” diğeri ise özelleştirmeler ve ithal ürünlerdir. Yerel seçimler tarım için görmezden gelinemez bir unsurdur. Türkiye’nin büyük bir bölümü metropol kentlerde ve büyükşehirlerde yaşıyor olsa da yine bu orana yakın bir orandaki çoğunluk tarımsal faaliyetlerle uğraşmaktadır. Bu nedenle ekonomik faktörleri düşünecek olursak yerel seçimlerde yeterli desteği alabilmek için özellikle iktidarda bulunan siyasi erk destekleyici paketler açıklamayı bir zorunluluk olarak görmektedir. Deniz Baykal Dönemi CHP, tarımı değinilmesi gereken bir alan olarak görse de daha çok broşür üzerinde bir siyasette kendine yer edinmiştir. Özellikle Kemal Kılıçdaroğlu Dönemi CHP’si tarımsal alandaki sorunları daha iyi analiz etmektedir. Bunun nedeni yeni CHP anlayışının tarım konusunda ekonomik verileri daha iyi değerlendirerek politikasını tamamen ekonomi üzerine kurması ve AKP döneminde giderek yoksullaşan veya kentlere göç eden köylülerin sayısının artması gibi iktidarın aleyhine, muhalefetin lehine kullanılabilecek olguların yaşanmasıdır. Kırsal kesimin dar gelirlerinin farkında olan CHP iktidar olmaları takdirde kırsal kesimde yaşayan aileler için “Vatandaşlık Hakkı Ödemesi” uygulamasının getirileceği beyan etmiştir. Bu ödeme, çoğunluğu yoksul ve işsiz aileleri kapsamaktadır. Burada çok ince bir ayrıntı bulunmaktadır. Kadın konusundaki politikalardan bahsederken AKP’nin kadını sadece ev hayatında konumlandırdığını ve çalışma hayatının olmaması gerektiğini veya ikinci planda olması gerektiğini düşündüğünü söylemiştik. CHP ise kadını bir birey ve ekonomik olan kendisinin özgürlüğünü kazanarak kendi ayakları üzerinde durabilen ve aynı zamanda aile ekonomisini gerçek anlamda çekip çeviren bir aile ferdi olarak görmektedir. Bu nedenle vatandaşlık hakkı ödemesi uygulamasında, aileye yapılacak olan ekonomik yardımı evin annesinin hesabına yatıracağını belirtmiştir. Kentliler için ise gelirin çoğalması, aynı zamanda giderlerin de çoğalması demektir. Bu nedenle CHP’nin bir başka projesi olan “Aile Sigortası” Türkiye’nin yoksulluk adındaki geri kalmışlığına bir ilaç niteliğindedir. Bu sigorta, ailelere ekonomik durumlarında iyileşme sürecinin tam anlamıyla sağlanacağı süreye kadar her ay en az asgari ücret tutarındaki bir yardımı kapsamaktadır. “CHP’nin 2011 yılında açıkladığı “Yeni Ekonomi Stratejisi”, Partiyi çağdaş bir sosyal demokrat zemine oturtmaya yönelik bir adımdır. Bunun temelinde ise sosyal devlet, uluslararası rekabet gücünün arttırılması ve kalıcı istikrarın sürdürülmesi şeklinde formülize edilen üç temel etken yatmaktadır” (Bakan & Özdemir, 2012, s. 32). Tüm doğal dengeleri bozan dünyada artan “Betonlaşma” AKP iktidarı döneminde Türkiye özelinde de oldukça yaygınlaşmıştır. AKP, özellikle Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) ile birlikte yürüttüğü politikalarla birlikte, özel şirketlerin inşaat sektöründe girdiği ihaleler ile birlikte şehirlerde farklı nedenlerle hızlı, çarpık ve şehrin kültürüne zarar veren betonlaşmalara zemin hazırlamıştır. AKP betonlaşmasının ilk örneği çarpık kentleşmedir. AKP iktidarından önce de var olan bu çarpık, iktidarda bulundukları dönem hızla artmıştır. Bunun birçok nedeni bulunabilir; vatandaşların gelir düzeyindeki sabitlik veya ufak artışlar karşısında giderlerindeki büyük artışlar, bankalara borçlu insan sayısının artışı, göç koşulları (şehirler arası ve dış ülkelerden alınan göçler) gibi faktörleri sayabiliriz. “Kuşkusuz bunun ilk nedeni “ölçek” sorunudur. Ölçeği giderek büyüten kentleşme pratiği, betonlaşmış bir yaşam alanı kurarken; insani boyutu dışarıda bırakmakta, onu daha yalnızlaştırmakta ve kentlinin kentle bağını koparmaktadır” (Fırat, 2014, s. 37). Tarihi ve kültürel değerleri bulunan, turizm faaliyetleri açısından ülkenin tanıtılması ve ekonomik açıdan büyük bir pay sahibi olan yapıların “Restorasyon” adı altında eski görünümü ve kaliteli malzemelerinden uzak boş yapılara dönüştürülmesi kent olgusunu betonlaşma gibi olumsuz katkı barındıran bir kavrama dönüştürmüştür. Yine aynı restorasyonun daha çok mağduriyet yarattığı bir başka alan ise “Kentsel Dönüşüm” adı verilen eski ve dayanaksız binaların yenilenme sürecidir. Ancak bu binaların dönüşüm süreci ayrı bir çile haline gelmiştir. Kentsel Dönüşüm kapsamına girecek ve girmeyecek binaların seçimlerindeki kriterler ve yapılan hatalar da ayrı bir sorundur. Yeşil alanların giderek azalmasında da yine bu betonlaşma politikasının açık bir etkisini görmekteyiz. Orman alanlarının azaltılarak şehirlerin oksijensiz bırakılması, büyük şirketlerin bol kazanç elde etmelerine göz yumularak imar kanunlarında yapılan değişiklikler, küresel kentleşme politikalarının şehirlere bir veya birden fazla alışveriş merkezi (AVM) olarak yansıması, deniz kıyılarının otel inşaatlarına açılması gibi çalışmalar şehir hayatının tamamen duvarlar arasındaki bir hapishaneye çevirmiştir. “Artık ne kentte yaşayanlar, “kentli” rolünü üstlenebilmekte; ne de kent varsayılan mekan, tarihte görmüş olduğu işlevini sürdürebilmektedir” (Fırat, 2014, s. 37). Kent meydanı dediğimiz ve eski Yunan döneminden günümüze dünyaya kendini kabul ettirmiş olan buluşma, birleşme, ticaret ve siyaset alanları olan geniş alanlar tamamen asfalt zeminden oluşan ve siyasi parti mitingleri için ayarlanmış, içi boş alanlardır. Şehirde yaşayan halk arasında, özellikle 1990’lı yılların meşhur betimlemesi olan “Orta Direk” kesimin yok oluşu ve zenginin daha zengin ve fakirin daha fakir olduğu bir ayrışma yaşanmaktadır. Fakirleşen kesim, yüksek gökdelenlerin gölgesinde, şehrin ücra köşelerinde daha dar alanlarda yaşarken zenginleşen kesim ise şehir hayatından izole veya fakirleşen kesimin hemen yanı başında lüks konutlarda ve büyük duvarların ardındaki sitelerin içerisinde yaşamaktadır. “Bu “geçirimsiz duvarlar”ın belirgin simgeleri olarak, kentlerdeki lüks yapı adacıklarını görmekteyiz” (Fırat, 2014, s. 41). Kenti ve kentlileri en çok etkileyen konulardan biri de dünyanın küresel durumudur. Dünya’nın siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel anlamdaki farklılıkları göç kavramının da temelini oluşturmaktadır. Bir ülkedeki savaş, diplomasi, ekonomi, eğitim, sağlık, tarihi ve kültürel zenginlik ve kültür-sanat faaliyetleri göç olaylarının başlıca nedenlerindendir. Türkiye’de göç kavramı, öncelikle tarımın makineleşmesiyle birlikte köyden kente gerçekleşen yolculuğu anlatır. Daha sonra ekonomik nedenlerin temellendirdiği yurtdışı (özellikle Almanya ve Hollanda) yolculuğu, yakın dönemde ise özgürlük, eğitim, ekonomi, teknoloji temellerinde beyin göçü yolculuğunu ifade eden kavramdır. İngilizcenin evrensel bir dil oluşu, yurt dışında eğitim imkanlarının hem çok daha özgür hem çok daha çeşitli hem de özellikle Türkiye’de çok daha prestijli bir konum kazandırması sebebiyle Türkiye’den yurt dışına son yıllarda beyin göçü oldukça artmış. Bu artış gösteren ivmenin de Türkiye’nin iç politikası, dinin bireysel ve toplumsal hayatın içinde daha baskıcı bir rol üstlenerek belirginleşmesi, terör olayları unsurlar ekseninde değerlendirildiğinde çok şaşırtıcı bir sonuç olmadığını kabul etmek gerekir. AKP iktidarı dışa doğru hareket eden beyin göçü konusunda keskin çizgiler çizmekte ve beyin göçünü gerçekleştiren bireyleri suçlamaktadır. CHP ise suçu iktidarda bulmaktadır. CHP’nin beyin göçü konusundaki politikasında; beyin göçünün acilen önüne geçilmeli, bunu sağlamak için öncelikle bireysel hak ve özgürlüklerin arttırılması, özgür, laik, bilimsel eğitim koşullarının sağlanması, yurt ve burs imkanlarının arttırılarak öğrencilerin temel ihtiyaçlarının karşılanması yer almaktadır. Türkiye’yi etkileyen bir başka göç hareketi ise “Arap Baharı” sonrası ortaya çıkan “Suriyeli Sığınmacı” sorunudur. Sığınmacı kelimesi; ülkesindeki haklı nedenlerden ötürü (Savaş, salgın hastalık, silah çatışma ve terör olayları) mülteci statüsü isteyen kişilere verilen isimdir. Arap Baharı için iki farklı tanım yapabiliriz. “Orta Doğu ve neredeyse tüm Arap dünyasında başlayan demokratikleşme yönündeki halk talepleri hızla yayılarak Orta Doğu’da domino etkisi yaratmıştır” (Eren & Aydın, 2016, s. 34). Veya başka bir deyişle şöyle söyleyebiliriz; Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’da “kartları yeniden dağıtma” kararı sonrası, bölgedeki ülkeler ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye karar vermiş, kendisine müttefik rejim ve liderleri -veya hala işine yarayan- etkilemeyecek ancak sorun yaşadığı ülkelerdeki rejim ve liderlere karşı ayaklanmalar çıkarma sürecidir. Elbette ki bu protesto tepkilerinin yaşandığı ülkelerde olaylar farklı şekilde seyrederek sadece demokratik talepler ile barışçıl zamanlar da yaşadı ve toplumsal bir muhalefet kanalı oluşturdu. Ancak ABD demokrasisinin girdiği Ortadoğu ülkelerinde kan da aynı oranda aktı. Sorun kelimesinin seçilmesindeki temel amaç, hem Suriye’den Türkiye’de göç etmiş veya etmek zorunda kalmış vatandaşların Türkiye Cumhuriyeti ve vatandaşları ile yaşadıkları sorunlar hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Suriyeliler ile ilgili yaşadıkları sorunları temsil etmesidir. Toprak bütünlüğü tehlike altına giren ülkelerden biri de Türkiye’nin sınır komşusu Suriye olmuştur. Suriye’de rejimin lideri Esad ile dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasında yakın bir dostluk bulunmaktaydı. Ancak Arap Baharı süreci ile birlikte iki liderin politika ve diplomasileri ters düşerek iletişim kanalları önce gerilmiş sonra da kopma noktasına gelmiştir. Suriye’nin Arap Baharı ile birlikte iki farklı ordunun kontrolü altına girmesi ve şehirlerin yaşanamayacak hale gelmesi üzerine ülkede birlik sağlanamamış ve terör grupların yuvası haline gelmeye başlamıştır. Bölgedeki otorite boşluğu hem birçok devletin üstünlük kurma iştahını kabartmış hem de siyasi-ekonomik ve askeri destekli terör örgütleri bölgede insanları katletmiş ve sınır ülkeler için de tehdit oluşturmuştur. “Nitekim özellikle El Kaide’den ayrılan bir grubun kurduğu ve kısa sürede ırak ve Suriye topraklarında ciddi hâkimiyet kazanan İŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) tarihte eşi görülmemiş vahşetlerin odak noktası olmuştur” (Eren & Aydın, 2016, s. 35). Tüm bu küresel savaşın neticesinde 2011 yılında Türkiye, Avrupa’nın da baskı ve mali yardım teklifleri karşısında “Açık Kapı” politikası geliştirerek birçok Suriyeli sığınmacıyı yıllar boyunca ülkesinde barındırmak üzere kapılarını açtı. Devlet kaynakları her ne kadar kontrollü bir alım gerçekleştiğini söylese de açık kapı, kapısız köyü andırırcasına her gün yüzlerce, binlerce insan bu kapılardan geçerek Türkiye’ye yerleşti. Yerleşti diyoruz, çünkü 2019 dünyasında Suriye 2011 koşullarından çok farklı bir ortamda bulunmasına rağmen dönüş yapan Suriye vatandaşı sayısı oldukça azdır. “Devletin ideolojik aygıtlarından biri olan kitle iletişim araçlarının, haber içerikleri be sunumunda kullandığı dil ve söylem biçimi, nefret söyleminin oluşumunda önemli ölçüde rol oynamaktadır” (Alp, 2018, s. 23). Bu dil, Türkiye basınında Suriyeli sığınmacılar için sürekli ve vurgulu olarak kullanılan bir dil olmamasıyla birlikte, Suriyeli sığınmacıların yaşam tarzları, şehirlerde yaşanan gerginlikler, iktidar destekli zorlama sevdirme politikası ve sığınmacıların Türkiye’de milyonlarca emekli ve asgari ücretli vatandaş varken, iktidar tarafından aylık olarak para yardımı alıyor olduğu iddiaları büyük tepki toplayarak bir Suriyeli sığınmacılara karşıt bir tutum sergileme olarak yansıdı. Bunun dışında şehirlerde gerçekleştiği iddia edilen birtakım gasp, adam yaralama, taciz olayları da toplumda Suriyeli karşıtı bir etki yaratmıştır. CHP’nin dış politika tavrı kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” felsefesini yansıtmaktadır. CHP’ye göre komşu ülkemiz Suriye’de halkın huzur ve refah içinde yaşaması ve Türkiye’nin bu yönde destekleyici adımlar atması gerekirken Türkiye “müttefik” ülke ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir. Önce Suriye ile ilişkiler soğuklaşmış ve sertleşmiş, ardında da bölgede hak iddia ederek, Suriye’nin iç politikasına karışmaya yönelik tutumlar sergilemiştir. AKP dış politikasının çerçevesini hazırlayan, eski Dış İşleri Bakanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabı, Osmanlı bakiyesi olan ülkelerle iyi ilişkilerin kurulması ve Türkiye’nin etkisi altına girmelerine yönelik adımlar atılması gerektiğini anlatmaktadır. Bunun için de temel unsur “Komşularla Sıfır Sorun” politikasıdır. Ancak gerek AKP iktidarının hayalperest çıkarcılığı gerekse “müttefik” ABD’nin çıkarları doğrultusunda izlenen politika sonunda bölgede Türkiye’nin dostu olan bir ülkenin kalmamasına sebep olmuştur. AKP Suriye rejimi lideri Esad’ı “Katil Esed” diyerek tanımazken CHP ise rejimin lideri Esad ile masadan kalkılmaması ve ilişkilerin en azından resmi ölçülerde sıcak tutulması gerektiğini savunmaktadır. Suriyeli vatandaşlara kapıların açılmasını kabul edilebilir bulan CHP, ancak bölgede günden güne normal yaşantıya dönüşün sinyalleri görüldükçe Suriyeli vatandaşların ülkelerine güvenli bir şekilde dönüş yapmaları gerektiğini vurgulamıştır. Devlet tarafından ekonomik anlamda ne kadar ve ne sıklıkla desteklendiklerinin, AB’nin Suriyeli sığınmacılara kapıların açılması karşılığında Türkiye’ye vaat edilen ekonomik ödeneklerin nasıl ve nereye harcandığının halka anlatılması gerektiğini söylemektedir. Bunun dışında yine AB’nin bu ödeneklerine karşılık Suriyelilerin bir koz olarak kullanılmaması gerektiğini, ilkeli, tutarlı ve şeffaf bir dış politika izlenmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu nedenle Veli Ağbaba, Zeynep Altıok, Mustafa Balbay, Nurettin Demir, Selina Doğan, Muharrem Erkek, Özcan Purçu, Sezgin Tanrıkulu ve Elif Doğan Türkmen CHP grubu adına “Göç ve Göçmen Sorunlarını İnceleme Komisyonu” adıyla bölgeyi, Suriyeli sığınmacıları ve Türkiye içerisindeki yaşam alanlarını inceleyerek “Sınır Arasında – İnsanlık Dramından İnsanlık Sınavına” adında bir rapor hazırlamış ve kamuoyu ile paylaşmıştır.
AKP DÖNEMİNDE CHP POLİTİKALARI: TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER
AKP iktidarı dönemdeki CHP politikalarını incelediğimiz bu çalışmada “Temel Hak ve Özgürlükler” başlığı kasten son bölüm olarak seçilmiştir. Daha önce incelediğimiz:
- İç ve Dış Politika (Genel Hatlar)
- Eğitim
- Din
- Kadın
- Çevre ve Kentleşme
Başlıkları içerisinde farklı açılardan ve toplumun bütününü ilgilendiren farklı konular içerisinde temel hak ve özgürlüklerle ilgili bir birikim elde edilmiştir. Ancak son bölümün toparlayıcı nitelikte olmasına dikkat edildiği için bu başlık son bölüm olarak seçilmiştir. İnsan hakları dediğimiz zaman geniş bir haklar alanının içerisine girmekteyiz. Varoluşta yaşama hakkı, daha sonra temel ihtiyaçların (beslenme, barınma, güvenlik vb.) karşılanması gerekmektedir. Birey bu ihtiyaçları karşılandığı sürece hayatta kalabilir. Günümüz demokrasilerinde bireyin yaşam hakkının korunması hiçbir gerekçe kabul etmeksizin devletin ve devleti yöneten iktidarın sorumluluğundadır. Devletin temek olarak varoluş sebebi; yurttaşlarının can ve mal güvenliğini korumaktır. Elbette temel hak ve özgürlükler sadece yaşam hakkıyla veya mülkiyet hakkıyla sınırlı kalamaz. Eğitim hakkı, Sağlık hakkı, Düşünce Özgürlüğü hakkı, İnanç Özgürlüğü hakkı, İbadet hakkı, Özel Yaşamın Gizliliği hakkı gibi haklar da her yurttaşın sahip olması gereken haklardır. AKP döneminde bu hakların hemen hemen tamamı olumsuz yönde etkilenmiştir. Buna sadece kendisine muhalif olan kesimin veya hayat görüşü olarak farklı düşünenler değil, aynı zamanda kendi perspektifinden bakan yurttaşlar da olumsuz olarak etkilenmiştir. Toplum ayrıştırılmış ve özgürlükler konusunda ciddi baskılar, yasaklamalar, sansürler kanıksatılmıştır. Oysa AKP kurulduğu günden günümüze kendisini farklı tanıtarak eylem ve söylemlerinde bambaşka bir AKP imajı çizmiştir. AKP kurulduğunda -ki hala bütün olumsuz icraatlarına rağmen bunu söylemeye devam etmektedir- politika tarzını hoşgörü, saygı, farklı yaşam tarzlarına eşit mesafede, uzlaşmacı bir tanıtım ortaya koymuştu. Ancak bunun içerisinde muhafazakâr demokratlık çizgisini de eklemeyi unutmamıştı. “2002 Genel Seçimleri öncesinde yeni kurulan bir parti olarak kendini, kadrolarını ve seçmen tabanını paylaşmaya aday olduğu partilerden ayırmayı hedefleyen AKP, bu hedefine ulaşmak için, Türkiye’de daha önce bir araya getirilmemiş iki kavramdan yararlanan bir adlandırmayı tercih etti: Muhafazakâr demokrasi” (Doğanay, 2007, s. 66). Bu sadece bir tanımlamadan ibaret değildi. Aynı zamanda başta ABD olmak üzere, Ortadoğu coğrafyası içerisinde yer alan ülkelerde görmek istedikleri yönetim modelinin dayandığı felsefeyi temsil ediyordu. Seçim propagandası sürecinde AKP halka yasaklarla mücadele edeceğini, türban konusuyla yakından ilgileneceğini, ekonomik düzlüğe çıkılacağını ve AB’ye tam üye olmanın kapısını açacaklarını vaat ediyordu. Bu vaatlerin içerisinde toplumun bütün kesimlerini kucaklayıcı bir politika ve dil kullanacaklarını, rövanşist bir tutum sergilemeyeceklerini deklare ediyordu. Yıllardır yaşanan bir mağduriyetler zincirinden ve bu zinciri kırarken başka mağduriyetler yaratmayacaklarının altını çizen AKP, toplumla ve muhalefet partileriyle uyumlu bir siyaset yapma heveslisi olarak görünüyordu. “Hoşgörü kültürü adı altında betimlenen bu “birlikte yaşama” özelliği, hem AKP’nin laiklik anlayışına getirdiği muhafazakar yorum çerçevesinde, din ve inanç özgürlüğü bağlamında herkesin kendi inançlarına uygun bir yaşam biçimini benimsediği bir toplum modeline, hem de partinin, Avrupa Birliği’ne üyelik tartışmaları çerçevesinde Müslüman Türkiye’nin Hıristiyan Avrupa içinde kendine bir yer edinebileceği, kendi gelenekleri ve Müslüman kimliğiyle Avrupa kültürüne eklemlenebileceği iddiasına olan bağlılığını ortaya koymaktadır” (Doğanay, 2007, s. 78). Aynı zamanda toplumun uzunca bir süredir kanayan yarası olan terör sorunu ile mücadele edeceklerini, “Artık analar ağlamasın” sloganıyla yola çıktıklarını belirtiyorlardı. Huzuru ve barışı sağlama, Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) kurumunun kaldırılması, Doğu ve Güneydoğu’da sık sık gerçekleşen Olağanüstü Hal durumlarının sonlandırılması, başlıca Doğu Bölgesi politikalarını oluşturuyordu. Ancak zaman geçtikçe ve AKP iktidarda kaldıkça vaat ettiği politikaların toplumun sadece kendi tabanlarını oluşturan bir bölüme göre dizayn edildiği ve aykırı hiçbir sese tahammül olmadığı ortaya çıkmaya başladı. “Oysaki AKP’nin çokkültürlülük söylemini dayandırdığı “hoşgörü” iddiası, dil, cinsiyet, etnik kimlik temelli farklılıkların korunması yönünde yasal önlemleri de kapsayacak nitelikteki “eşitlik” taleplerini dile getirmemekte, öncelik olarak dinsel kimlik temelinde şekillenen veya İslam dininin hoşgörü anlayışı ile açıklanan bir “bir arada yaşanabilirlik” iddiası ile sınırlanmaktadır” (Doğanay, 2007, s. 79). AKP iktidarı, “Siyasal İslam” temelli bir proje partisi olarak temel hak ve özgürlükleri sadece din temelli olarak yorumlamış, bu sınırların dışında kalanları din karşıtı veya “İslamofobik” olarak nitelendirmiştir. Dinin, hayatın her alanında, toplumsal alan dışında yer alan ama toplumsal hayatı dizayn eden kamusal alanda da esas alındığı bir alan yaratma çabası içine girmiştir. Buna karşılık ülkedeki karşıt fikirleri sadece cezalandırmak üzere dikkate almıştır. Türban yasağı ile ilgili adımlar atarken, “başı açık” kadınlar için gerek AKP’ye direk bağlı isimler (belediye başkanları, milletvekilleri, parti genel başkanları vb. gibi) gerekse oluşturulan “Havuz Medyası” ile tek kalemden çıkan yazılar ve haberler ile kısıtlayıcı, yasaklayıcı, hoşgörü kültürünün aksine hedef gösterici ithamlarda bulunulmuştur. Öyle ki bir yurttaşın kendi bedeni üzerindeki tasarrufuna dahi karışacak boyutta söylemlerde bulunulmuş, toplum ahlakı ve vicdanının karşı çıktığı taciz/tecavüz vakalarında kadının giyimi, bulunduğu mekân ve saati, kaç çocuk ve hangi yöntemle doğurması gerektiğine kadar ileri boyutta temel hak ve hürriyetlere zarar verilmiştir. Devletin en çok verdiği aldığı ve kendine kaynak yarattığı ürünlerden olan tütün ve alkol kullanımı, çeşitli yasal düzenlemelerle kısıtlanmış, ağır zamlarla fiyatları arttırılarak kullanımı zorlaştırılmış ve buna rağmen bu ürünleri kullanan vatandaşlar yine aynı yandaş basın tarafından hakaretlere maruz kalmıştır. Öyle ki konu tütün ve alkole geldiği zaman, bu ürünler ve kullanan vatandaşlar üzerinden, kurucu lider Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e herhangi bir yurttaşa veya iktidara yakışmayacak hakaretler edilmiştir. AKP’nin tabanının hayat felsefesinin temel taşını oluşturan din olgusu dahi zarar görmüş, istismar edilmiştir. Özellikle seçim dönemleri AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, din olgusu üzerinden algı yönetimini başarıyla gerçekleştirmiştir. Öyle ki algı yönetiminin inceleme alanlarından biri olan kıyafet seçiminde bile özellikle İslam dinini çağrıştıran yeşil kravat seçilmiştir. Camilerde protokol uygulanarak birçok vatandaşın iktidar heyetinin arkasında namaz kılması veya güvenlik sebebiyle bir koruma ordusunun içinden geçerek ibadet alanına girilmesi, protokol heyetinin geç kaldığı öğle namazlarında ezanın heyet gelmeden okunmaması gibi vakalar sıklıkla yaşanmıştır. Aynı zamanda toplumda din ve muhafazakâr kesime karşı da Cumhuriyet tarihinde eşi benzerine hiç görülmediği kadar büyük ve yaygın bir önyargı oluşmuştur. Öyle ki yine AKP iktidarı döneminde Türkiye’de Ateizm ve Deizm giderek popülerleşen iki inanç hale gelmiştir. Bütün bunların yanı sıra muhafazakarlık en azından söylem bazında olsa dahi yükselişe geçmiştir. İktidarın toplum mühendisliğinin ana kolonlarından birini oluşturan muhafazakâr-dindar taban toplumun içerisinde ayrıcalıklı bir sınıf haline getirilmeye çalışılarak adalet ve eşitlik ilkesi zedelenmiştir. Laiklik dediğimiz kavram aslında inançların ve inananların özgürlüğüdür hem de neye ve nasıl olduğunu sorgulamadan. Laikliğin zedelenerek dini bir yapı kurma çabası özgürlükleri kısıtlamaktadır. “Toplarsak, eski Türkiye, laik-Türk bir ulu inşa etme hedefi uğruna etnik-dinsel-siyasal kimlikleri inkar etme siyasetini ve bu hedefi gerçekleştirme misyonuyla güç devşiren aktörlerin siyasal iktidarı denetleme yetkisini ifade ediyor” (Ete, 2000'li Yıllarda Türkiye'de Siyasi Partiler, 2011, s. 18). Dinin yanı sıra AKP’nin mücadele edeceğini söylediği bir başka alan ise yasaklar ve sansür konusuydu. Ancak RTÜK iktidarın toplum mühendisliği çerçevesinde, iktidara göre toplumun sağlığını ve ahlakını bozacak ürünler olan tütün ve alkol tüketimini, hakaret ve küfürleri engellemekle yetinmedi. Aynı zamanda “Siyasi sansür” de uygulamaya başladı. Öyle ki birçok dizi ve filmde Mustafa Kemal Atatürk adının, fotoğrafının veya imzasının geçtiği sahneler ya ışık efektleriyle karartıldı ya da sahneler kesilerek yayınlandı. Üstelik muhalefet partilerine verilen süre ile iktidara ayrılan süre içerisinde ciddi bir uçurum farkı oluştu. Haber alma özgürlüğünü kısıtlayan bu uygulamalar, toplumun büyük bir çoğunluğunu Gezi Parkı eylemleri sırasında isyan ettirdi. AKP iktidarının çevre politikalarının çoğunluğunu yeşil alanlarda betonarme yapılar yani AVM’ler, çok katlı lüks rezidanslar, camiler, yol ve köprüler yapmak üzere olduğu aşikardır. İstanbul Taksim Gezi Parkı eylemlerinin çıkış noktası da bu çevre katliamına karşı bir grup gencin tamamen doğal ve örgütsüz bir şekilde çevre bilinci oluşturmak adına bu alandaki ağaçların sökülmesine karşı tepki göstererek eylem yapmaları ile ortaya çıkmıştır. Aynı gün sosyal medya üzerinden kamuoyu oluşturan gençler 27 Mayıs 2013 günü büyük bir kalabalığı arkalarından bulmuş ve bu eylemler günden güne katılımın arttığı ve farklı renkleri içerisinde katıldığı toplumsal bir başkaldırıya dönüşmüştür. Bu toplumsal direniş içerisinde sağcı-solcu, dindar-ateist, Türk-Kürt, Sünni-Alevi demeden birbirine ezeli rakip futbol kulüplerinin tarafları bile omuz omuza katılmıştır. Ancak iktidar, toplumsal başkaldırı karşısında özeleştiri yapmak yerine toplumsal ayrışmayı tetiklemiş, sosyal medya ve internet sansürleri ile yurttaşların özgürlüklerini kısıtlamış, yine aynı kısıtlamalarla sadece sırt çantası taşıdığı veya eylemlerin yoğun olduğu bölgelere üstelik şehir içinde ulaşımı kısıtlayarak seyahat özgürlüğünü de engellemiştir. Polise verilen talimatlar sonucu birçok vatandaş hafif ve ağır yaralanmış, acı verici can kayıpları yaşanmıştır. İktidarın çevre politikalarına ve baskıcı, özgürlükleri kısıtlayıcı tutumuna karşı ortaya çıkan toplumsal muhalefete iktidar yine aynı baskıcı ve yasaklayıcı uygulamalarıyla müdahale ederek yurttaşların yaşama hakkına, sağlık hakkına, düşünce özgürlüğü hakkına gasp etmiştir. 81 ile yayılan ve günlerce devam eden bu gösteriler karşısında basın özgürlüğünün verdiği sınavda hem iktidardan taraf olan bir basın hem de iktidar sınıfta kalmıştır. Eylemlerin ilk üç günü, iktidara muhalif olmayan hiçbir gazete ve televizyon, sokakta özgürlük talep eden milyonlarca insanı ve kendilerine uygulanan gayrımeşru şiddeti ekranlarına veya yazılı metinlerine taşıyamamıştır. Bunun hem iktidarın fikirlerini benimseme ve destekleme hem de iktidardan çekinme olarak var olan iki ayağı özgürlük talebinin duyulmasına engel olmuştur. Ancak halk, eğer ki özgürlük talep ediyorsa mutlaka o özgürlüğünü kazanır. Temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünen halk, milyonlarca insanın sesini duyurabilmek için iktidara karşı çekinmeden yayın yapan gazeteleri almaya, televizyon kanallarını seyretmeye başladı. Bu da sektörün en kalın enseli markaları için satışların ve izlenme oranlarının ciddi şekilde düşmesine sebep oldu. Özgürlük konusundaki iktidarın ve onun güdümündeki kuruluşların sayısı ve etkinliği arttıkça insanlar daha çok özgürlük talep etmeye başladılar. Ancak bu özgürlük talebi sandığa yansımadı veya yansıyamadı. Peki bu dönemde CHP nasıl bir politika izledi? Öncelikle CHP hayatın her alanında özgürlüklerden yana tavır sergileyerek toplumun yanında yerini aldı. Özgürlüklerin temeli olan Cumhuriyet ve Laiklik kavramlarının, örgütlü bir şekilde içinin boşaltılması karşısında CHP politikalarını uzunca bir süre ideolojik perspektifte sürdürdü. Muhalefet partilerinin iktidarı sıkıştırmak için iki ana yaklaşımı vardır. Bunlardan biri ideolojik biri ekonomik yaklaşımdır. 2002-2007 arası dönem ideolojik olarak sıkıştırmanın tam zamanıydı. Çünkü AKP iktidarı, seçim sürecinde en çok ekonomiye vurgu yapmış ve bozulan ekonomik göstergeleri yeniden düzelteceği söylemini kullanmıştı. Seçimleri kazandıktan sonra ise kısa süreli bir düzelme yaşanmıştı. O zaman iktidarı sıkıştırabilecek diğer yol ideolojik bir savaştı. 2007 yılından sonra ise ordu yapısının bozulması ve kumpas davalarla içine sızılması, bozulan ekonomik göstergelerden çok ideolojik bir strateji izlemeyi zorunlu hale getiriyordu. 2011 yılı itibariyle CHP’de hem Genel Başkan değişimi yaşanmış hem de toplumun mevcut sıkıntılar içerisinde yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başlayan ekonomik sıkıntıları da gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. CHP’de tam da bu yıllarda politika biçimini ekonomiye doğru kaydırıyordu ki Gezi Parkı eylemleri ile beraber ülkede büyük bir çoğunluğun artık sadece sessizce fısıldamayı bırakıp en gür sesiyle haykırdığı bir özgürlük talebi karşısında CHP ve örgütleri sokağa indi. Gezi herhangi bir partinin veya STK’nın tekelinde değildi ve ana muhalefet olan CHP’nin tavrı merakla bekleniyordu. CHP sadece destekleyecek miydi yoksa lidersiz ve barışçıl bir kendiliğinden gelişen muhalefete liderlik rolünü mü üstlenecekti? CHP tam kadro desteklemeyi ancak herhangi bir liderlik vasfını yüklenmemeyi tercih etti. Bu tercih, birbirinden çok farklı renkte ama yan yana mücadele veren insanların özgür hissetmelerine duyulan saygının bir göstergesiydi. Doğru veya yanlış bir politikaydı, burası ayrı bir tartışma ancak kesinlikle saygı duyulacak bir saygı örneği göstermişti. CHP’nin dünyayı ve toplumu okuma pratiğinde temel hak ve özgürlüklerin olabilecek en ileri konuma getirilmesi, bu özgürlüklerin sadece temeli iyi hazırlanmış yasalarla ve keyfiyete izin vermeyen uygulamalarıyla sınırlandırılabileceği, kimsenin ayrıcalığa tabi tutulmadan, din, mezhep, ırk, renk, cinsiyet, cinsel yönelim ve etnik köken gibi zenginlikler üzerinden ötekileştirilemeyeceği veya kısıtlanamayacağı yer almaktadır. Basın konusu CHP’nin sürekli karşısında bulduğu ama bu düzeni alt edecek bir politika üretemediği konulardan biriydi. İktidar destekli veya iktidarı destekleyen bir “Havuz Medyası” karşısında CHP’nin doğrudan yanında yer alan bir veya iki, muhalefet görevi üstlenen ise üç veya dört basın yayın organı bulunuyordu. CHP basın konusunda kendisine ne kadar art niyetli yaklaşılsa da tutuklu veya davalı basın emekçilerinin yanında, sansürcü ve tek kalemden çıkma haberlerin karşısında yer aldı. Din konusunda CHP öncelikle hoşgörü ortamının yeniden tahsisini ve yurttaşların istedikleri inanca sahip olarak özgürce ibadet edebilmesi gerektiğini ifade eder. Burada eleştiri konusu olan husus siyasallaşmış hale gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın durumudur. Ancak vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerine saygılı, farklı din ve mezheplerin üyelerinin de rahatça ibadet edebildiği, devlet tarafından gerekli şartların oluşturulduğu bir ortamı öngörmektedir. Toplumsal özgürlüğün tahsisi konusunda ise devletin esnek ve ılımlı davranması, toplumsal özgürlük taleplerine kulak verilmesi gerektiğini, yerel yönetimlerde olduğu gibi halk için alınacak kararların yine halkla beraber alınması gerektiğini savunmaktadır. Aynı zamanda temel hak olan yaşam hakkını şartsız bir şekilde savunmaktadır. Kadın ve erkeğin hem toplumsal hem ekonomik alanda eşit olması gerektiğini, kişisel özgürlüklerin temini sağlanırken her türlü şiddet ve cinsel saldırı olaylarında caydırıcı ve koruyucu önlemler alınması gerekliliğini vurgulamaktadır. 2018 yılında gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Genel Seçimler kampanya sürecinde CHP özgürlük konusunda, özgürlüğe en çok düşkün olan toplumsal kesime yani gençlere onların dilinden mesaj vererek bir animasyon filmi hazırlamıştır. Bu filmde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bir animasyon karakterine dönüşerek özgürlüğün öneminden, sansür ve yasakların gençlerin kendilerini ifade etme ve geliştirme süreçlerine yaptığı olumsuz etkiden, Dünya’nın gözünde Türkiye’nin özgürlükler konusunda nasıl bir konumda olduğundan bahsederek reklam filmiyle büyük bir popülarite kazanmıştır. Yine son 5 yılda, CHP’nin sahaya indiği her alanda özgürlüğe en çok önem veren kesim olan gençlere dokunmaya çalıştığını, CHP Gençlik Kolları’nın da bu yönde büyük çaba sarf ettiği ve gençler üzerinde giderek çok destek gördüğü bir platforma dönüştüğünü gözlemleyebilmekteyiz. 81 ilin tamamında ve gurbetçi vatandaşların bulunduğu ülkelerdeki hak ve özgürlük taleplerine ilk el uzatan CHP kadroları olmaktadır. Tutuklu yurttaş sayısının oldukça fazla olduğu ülkemizde, siyasi sebeplerle tutuklu bulunan genç, öğrenci, gazeteci, basın emekçisi, sanatçı, yazar, akademisyen ve toplum tarafından kabul görmüş bireylerin taleplerini CHP dillendirmekte ve bunun için çaba göstermektedir. Yine aynı şekilde CHP yönetimi, özellikle sosyal medya üzerinden kendilerine yöneltilen ve birçoğu bazı kitleler tarafından finanse edilerek kasıtlı bir kara propaganda yapan kullanıcılar (Aktroller) için, kadrolarında bulunan bireylerin ailelerine veya kendi şeref ve haysiyetlerine varacak nitelikte ağır olmadıkça her türlü yazılı ve görsel sataşmaya özgürlük kapsamında bakarak hukuki bir işlem başlatmamıştır. Bireyin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak ve sosyalleşme sürecini sağlamak için kendisine gereken ekonomik özgürlüğü kazanması hususunda CHP, herhangi bir hukuksuz, haksız veya keyfi bir yaptırım ile bireyin ekonomik özgürlüğünün elinden alınmaması için sendikalaşmaya önem vermektedir. Bu kapsamda, herhangi bir sektörde, herhangi bir çalışanın veya çalışan grubunun taleplerine karşı olumlu karşılık vermiş ve yasamanın bu konuda adımlar atması için çalışmıştır. Eğer ki bu çalışma yeterli gelmedi veya talepler devam ediyor ise CHP kadroları ve örgütleri ile beraber bu çalışanların yanında olmuş, basın yoluyla seslerini duyurmaya çalışmış, kamuoyu yaratarak sorunun kimsenin mağduriyetiyle sonuçlanmadan çözülmesi için emek harcamış ve konunun takipçisi olmuştur.
SONUÇ
Türk siyasal hayatının son 17 yılının incelendiği bu çalışmada, kronolojik sırayla bir tespit yapmamız gerekirse AKP 2002 seçimlerini kazanarak iktidara gelmiştir. AKP’yi iktidara taşıyan süreç, öncül partilerinden devraldığı miras ile toplumun dini olgular ve muhafazakarlık ideolojisi çerçevesinde dizayn edilmesi olarak özetlenebilir. AKP iktidarı, toplumun bütününü kucaklayamamış, aksine toplum adı verilen mozaiği oluşturan renkler arasında bir ötekileştirmeye neden olmuş sert bir söylem dili kullanmış, dış politika tavrı ABD ve AB merkezli biçimde değişimler göstermiş, çalışmayı gerçekleştirirken oluşturduğumuz 6 ana başlıkta da başarısız bir görüntü sergilemiştir. Aynı zamanda bu sürece CHP perspektifinden baktığımız zaman, CHP toplumun bütününü kucaklayıcı bir dil ve politika üretmeye çalışmış ancak toplumun ne sağ yelpazesine dokunabilmiş ne de sol yelpazede bir birlik sağlayamamıştır. AKP’nin iktidar olduğu günden günümüze kadarki süreçte 07 Haziran 2015 seçimleri dışında bir seçim zaferi elde edememiş, bu zaferde de birinci parti olamamıştır. Ancak CHP’nin ana muhalefet partisi olarak birinci görevi olan iktidarı denetleme konusunda başarılı bir grafik sergilemiş, öngördüğü iç ve dış politik gelişmelerde iktidarı mevcut tehlikeler hakkında uyarmıştır. CHP, her geçen gün kendini daha da geliştirerek 81 ilin tamamına ulaşabilmeli, politikalarını halka daha anlaşılır dilden aktarabilmeli, muhalefet görevini gerçekleştirirken iktidara hazırlanan bir parti görünümü verecek şekilde projeler üretmeli ve söylem dilindeki önceliği konjonktüre göre doğru belirlemelidir.
Kaynakça
Akkır, R. (2015). Baykal Dönemi Cumhuriyet Halk Partisinin Din Politikaları. PESA Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1(2), 81. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Akyüz, İ. (2017). Türkiye'de Uygulanan Din Politikaları İçin Bir Tipoloji Denemesi. Siyaset, Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi, 5(1), 161. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Alp, H. (2018). Suriyeli Sığınmacılara Yönelik Ayrımcı ve Ötekileştirici Söylemin Yerel Medyada Yeniden Üretilmesi. Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 5, 23. 01 10, 2019 tarihinde alındı
Altuntaş, N., & Demirkanoğlu, Y. (2017). Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Kadına İlişkin Söylem ve Politikalarına Bakış: Muhafazakârlığa Doğru Evrilişinin İzdüşümleri. Akademik Yaklaşımlar Dergisi, 8(1), 70. 01 09, 2019 tarihinde alındı
Aslan, S., & Taylan, Ö. (2016). Ak Parti Döneminde Din Devlet İlişkileri ve Laiklik Politikaları. S. Aslan, Y. Demirhan, S. Aslan, & Y. Demirhan (Dü) içinde, Türk Siyasal Hayatında Ak Parti Dönemi (s. 234). Bursa: Ekin Basım Yayın Dağtım. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Aşlamacı, İ. (2017). Din Eğitimi Politika ve Uygulamalarında Ak Parti'nin 15 Yılı. İ. Çağlar, & A. Aslan içinde, Ak Parti'nin 15 Yılı Toplum (s. 204). Ankara: SETA Kitapları. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Ateş, H., & Yavuz, Ö. (2017). Adalet ve Kalkınma Partisi Döneminde Kadınlara Yönelik Dönüşümlerin Değerlendirilmesi. Başkan Sosyal Bilimler Dergisi, 37. 01 09, 2019 tarihinde alındı
Aytaç, K. (1967). Türkiye'de Eğitim Sistemi ve Eğitim Seviyesi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Dergisi, 5, 254. 01 08, 2019 tarihinde alındı
Bakan, S., & Özdemir, H. (2012). Sosyal Politika Açısından CHP ile AKP'nin Karşılaştırılması. Akademik Yaklaşımlar Dergisi, 3(1), 32. 01 10, 2019 tarihinde alındı
Balkız, N. (2014). İnsan Hakları ve Laiklik Bağlamında "Türban Sorunsalı" Tehdit ya da Olanak Algısı Arasında Kavramsal Analiz ve Epistemolojik Yaklaşım Olanağı. Ankara Barosu Dergisi, 317. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Bingöl, O. (2014). Toplumsal Cinsiyet Olgusu ve Türkiye'de Kadınlık. KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 110. 01 09, 2019 tarihinde alındı
Cansun, Ş. (2008). Ak Parti'nin Aylık Dergisi Türkiye Bülteni'nde Kadın Siyasetçiler ve Kadın Politikalarının Sunumu. KMU İİBF Dergisi, 11. 01 09, 2019 tarihinde alındı
Çaha, H., Aydın, E., & Çaha, Ö. (2014). Değişen Türkiye'de Kadın. KADEM. 01 09, 2019 tarihinde alındı
Çakır, H. (2006). Tezkere Dönemi ve Sonrası Türk - ABD İlişkileri'nin Medyada Temsili. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(21), 157. 01 15, 2019 tarihinde alındı
Doğanay, Ü. (2007). AKP'nin Demokrasi Söylemi Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasiye Eleştirel Bir Bakış. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 62(1), 66. 01 11, 2019 tarihinde alındı
Eren, V., & Aydın, A. (2016). Türkiye'deki Kentleşme Sürecinde Yeni Bir Durum: Suriyeli Kentliler. Çukurova Araştırmaları Dergisi, 2(1), 34. 01 09, 2019 tarihinde alındı
Ete, H. (2010). CHP'deki Değişim. SETA Analiz, 19. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Ete, H. (2011). 2000'li Yıllarda Türkiye'de Siyasi Partiler. İstanbul: Meydan Yayıncılık ve Reklam Ticaret Ltd.Şti. 01 11, 2019 tarihinde alındı
Fırat, S. (2014). Doğayı ve İnsanı Yoksullaştırıcı Kentleşme Pratikleri. TESAM Akademi Dergisi, 37. 01 10, 2019 tarihinde alındı
Gez, B. (1996). İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Aşamalarından Biri: Türkçe Ezan ve Uygulamaları. Çağdaş Türkiye Araştırmaları Dergisi, 2(6), 158. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Gül, H. (2008). Türkiye'nin Eğitim Sorunları, AKP'nin Eğitime Bakışı ve Çözüm Önerileri. Toplum ve Demokrasi Dergisi, 2(3), 188. 01 08, 2019 tarihinde alındı
Karakaş, M. (2013). Türkiye'nin Kimlikler Siyaseti ve Sosyolojisi. Akademik İncelemeler Dergisi, 8(2), 23. 01 07, 2019 tarihinde alındı
Oruç, T., & Bayrakçı, E. (2018). Yerel Siyasette Temsil ve Katılım: Kadın Aktörler. MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 7(2), 474. 01 09, 2019 tarihinde alındı
Sarpkaya, R. (2008). Köy Ensitülerinden Sonra İmam Hatip Liseleri. Toplum ve Demokrasi Dergisi, 2(3), 1. 01 08, 2019 tarihinde alındı
Şişman, M. (2012). Türk Eğitim Sistemi ve Okul Yönetimi. Ankara: Pegem Akademi. 01 08, 2019 tarihinde alındı
Terkan, B. (2010). Siyasi Partilerin Kadına İlişkin Söylem ve Politikaları (AKP ve CHP Örneği). Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi, 6(2), 129. 01 09, 2019 tarihinde alındı