ÖZET;
Slavoj Zizek’in “The Pervert's Guide to Ideology” (Bir Sapığın İdeoloji Rehberi) isimli belgesel filminde ele alınan ideoloji ve söylem ilişkisi; anlatıcı tarafından planlı kesitler halinde, sinema filmleri ve müziklerle desteklenerek aktarılmıştır. İdeolojilerin yalın tanımlarının dışında, sinema filmleri ve müziklerde vurgulanan ideoloji betimlemeleri, repliklerde ve örneklenen müziklerin sözlerinde kendisini göstermiş, bu betimlemeler; bazı örneklerde ideoloji propagandasını desteklemek amaçlı, bazılarında ise ideolojinin propagandasının etkisini yok ederek normalleştirme, başka bir deyişle mesaj öğesini minimalize ederek sadece sanat haline getirmek için kullanılmıştır. Take-home sınavımızı, bu çerçeveyi göz önünde bulundurarak her sinema filmi veya her müzik için ayrı ayrı başlıklar halinde ayırmak yerine, örneklemelerin anlatmak istediği konuları başlıklar halinde ayırarak, kısa metinler planlamaya karar verdim. Slavoj Zizek’in “The Pervert's Guide to Ideology” (Bir Sapığın İdeoloji Rehberi) isimli belgesel filmi take-home sınavı; belgesel film seyredilirken çıkarılan notlar, bu notların anlatılmak istenen başlıklara göre kısa metinler halinde ayrılması, bu başlıkların içerisinde yer alan konuların ideoloji ve söylem ilişkisi içerisinde siyasal düşünceler tarihinin modern tezahürleri ve ders içeriği göz önüne alınarak hazırlanmıştır.
İdeolojinin Sakladığı Gerçekler
İdeoloji; bir çöplükten ibarettir. Bu birçok farklı anlam yüklenebilecek bir anlatımdır. Çöplük; farklı dünya görüşlerinin veya genel anlamda tanımlanan ideolojilerin, hayatımıza biz farkındayken veya biz farkında olmadan yarattığı etki olarak görülebilir. Yaşamak, hayatımızı devam ettirmek veya hayatımıza bir anlam yüklemek için bir ideolojiye sahip olmak zorunda mıyız? Belki de ideoloji; gerçekleri görmemizi engelleyen veya ince, tül bir perde görevi görerek var olanı, olduğundan daha bulanık görmemizi sağlayan bir olgudur. Gerçeği görmek için, perdeyi açmamız, yani bir başka deyişle çöpleri(ideolojileri) dışarı(hayatımızdan) çıkarmamız gerekir. Belgesel filmde yer alan “Ne yediğimi görmemi engelleyen şey ideoloji” repliği ile anlatılmak istenen de bu durumdur. Çünkü ideolojiler bir dayatmanın ürünüdür. Bu dayatma ideolojiler ile din arasında birbirleriyle benzeyen ve yarışan bir paradoksu da beraberinde getirir. İdeolojiler; din gibi, sorgulanmadan kitleler tarafından inanılmak ve desteklenmek ister. Din ise ideolojiler gibi ateşli taraftarlarının bulunmasını ister. Her iki olgu da bizim hayatımızı ve hayallerimizi şekillendirmektedir. İdeolojiler ve onların egemen kıldığı güç sahipleri, sıradan vatandaşların yani halkın değerlerinden vazgeçmeleri ve kendi yarattıkları veya işaret ettikleri değerleri benimsemeleri için çalışırlar. Ancak ideoloji sahibi olan insan, egemen gücün işareti olmadan da kendi fikirlerinin temsil edildiğini gördüğü ideoloji için değerlerinden vazgeçebilmektedir.
“They Live” (Yaşıyorlar) filminde, ideoloji ile bize dayatılan gerçekler, film kahramanının bulduğu güneş gözlükleri ile ideolojik propagandanın gerçek yüzünü göstermektedir. Kapitalizm’in subliminal mesajlarını deşifre eden bu film, sol bir havada ancak karamsar bir yapıdadır. Filmdeki bu sahnede, güzel bir ironi örneği sergilenerek kahramanın gerçekleri gözlüğü taktığı zamanlarda görebildiği gösterilmiştir. Oysa biz, hayatımıza yön veren propaganda mesajlarını, gözümüze taktığımız bir gözlük olarak yorumlayarak, gerçeği görebilmek için gözlüğü çıkarmamız gerektiği algısını taşırız. “At gözlüğü takmak” deyiminde gerçeklere veya farklı bakış açılarına algı kapılarımızı kapatmamız, “gözlüğü takmak” ile benzetilir. Filmin kahramanı, bu gözlüğü bir arkadaşına da takmak ister ancak bu kişi kavga etmek uğruna gözlüğü takmaz. Bu aslında bireyin bir yalanın veya tek yön bir bakış açısının içerisinde yaşadığının farkında olması ve gerçekleri öğrendiğinde acı çekeceğini düşünmesinden kaynaklıdır. Çünkü birey, ideoloji sahibi olmaktan zevk alır, kendini bir topluluğa aidiyet duygusuyla bağlar. Bunun elinden alınması ona acı verir. Ancak acı, ideolojinin kendisini bulduğu yer olduğu için, birey acı çekerken de zevk hissi duyabilir.
“The Sound Of Music” (Neşeli Günler) filminde, dini ideolojinin acı içindeki zevk alma durumuna örnektir. Rahibenin, çocuklarıyla ilgilenmek için gittiği ailedeki erkek bireye âşık olması ve bu durumdan kurtulmak için kiliseye tekrar dönmesinden sonraki sahnelerde müziklerle göndermeler yapılır. Bu göndermelerde ilkelerinden vazgeçmesi ve istediğini elde etmesi, bunun için de acı çekmesi gerektiği mesajı “Dağa tırman” sözleriyle verilir. Bireyin cinsel zevkleri ve inancın kurumu olan kilise…Bu ikilem Katolik Kilisesi’nin mantığını yansıtmaktadır. Çünkü dolaylı yoldan bireye izin verir. Bu izin; ideolojilerin işe yaramasını sağlayan bir anahtar gibi “Feragat et, acı çek” mesajlarının görünmeyen alt satırlarında “Feragat etme, ediyormuş gibi yap ve istediğini elde et” kapısını açmaktadır.
Bir “Market Ürünü” Olarak Kapitalizm
Günlük hayatımızdaki bütün ürünler, ideolojik ve metafizik nesnelerle doludur. Yani bizim gördüğümüz ve düşündüğümüz gibi yalnızca bir üründen ibaret değildir. Kapitalizm için ürünü yaratmak veya toplumların/bireylerin kullanmasını sağlamak da yeterli değildir. Çünkü zevk almaya da zorunlu tutuluruz. Örneğin; kola, özellikle yaz aylarında soğuk bir içecek olarak cazibeli bir haldedir. Üzerinde yazan “Soğuk İçiniz” uyarısı, kolanın tadındaki cazibenin soğuk tüketildiğinde ortaya çıktığını gösterir. Sıcak bir kola, kimsenin tercih edeceği bir ürün olmaz. Sıcak tükettiğinizde ise arzunuz ve zevkiniz üst düzeyden, alt düzeye doğru düşer. Arzulamadığınız ürünü bir daha kullanmazsınız. Başka bir aldatıcı ve yanıltıcı tarafı ise susadıkça içmenizdedir. Susuzluğunuzu giderecek bir içecek olarak kolayı tercih ederseniz bir süre sonra yeniden ve daha çok susarsınız. Bu da kolanın bir açmazıdır. Kola iç, susuzluğunu gider, tekrar susadığında tekrar kola iç. Böylelikle ürünün sürekli olarak kullanımı hedef alınır. Bir başka örnek ise özellikle çocukların çok sevdiği “Sürpriz Yumurta” ürünüdür. Burada bizi etkileyen şey, yumurta şeklindeki çikolata değildir, içinden sürpriz üründür. Çin’in varoş semtlerinde, plastikten yapılan ve dayanıksız olan bu nesne, yumurtanın içerisindeyken bir sürpriz öğesi taşır ve üstelik bedavadır. Ya da biz bedava olarak düşünürüz. Çünkü aslında sürpriz yumurtanın fiyatı zaten o plastik oyuncakla birlikte hesaplanarak marketlere gönderilmiştir. Tüketim alışkanlıklarımızda yatan bir başka unsur, ideoloji satın almaktır. Starbucks’tan kahve aldığımızda sadece bir kahve değil, aynı zamanda bir ideoloji satın alırız. Kahvenin pahalı olması, toplumsal duyarlılıklar sömürülerek anlatılır. Kahve pahalı ama kahve ücretinin bir kısmı dünyanın x bölgesinde yaşayan, yarıma muhtaç x kişilerine gidiyor diye anlatılarak vicdani rahatsızlıklarımızı ortadan kaldırır. Kapitalist yayılmacılık ile ekolojik farkındalık arasındaki acımasız tezatlık döngüsüdür. Çünkü kapitalizm için ekoloji, yardıma muhtaç kişiler veya israf önemsizdir, temel amaç; kapitalizmin her zaman krizde olduğunu göstererek sürekli olan ve artan sermaye akışının devamlılığıdır.
Biz ve Ötekiler
Friedrich Schiller tarafından yazılan, Beethoven'ın 1824 yılında tamamladığı 9. Senfonisinin dördüncü ve sonuncu bölümlerini uyarladığı şiir, “Neşeye Övgü” veya “İnsanlığa Övgü”, evrensel boyutta adapte edilebilen bir eserdir. Dünyanın birbiriyle alakasız çeşitli bölgelerinde, birbirinden farklı politik hareketlerde kullanılmıştır. Çünkü ideoloji, bütün anlamlara ve ifadelere açık, boş bir kap gibidir.
“A Clockwork Orange” (Otomatik Portakal) eserinde, kahramanımız Alex’in bakış açısı, bahsettiğimiz evrensellik içerisinde yer almayan, “Dışarıda Bırakılan” yani ötekileştirilenleri göstererek, yücelik taşıyan Neşeye Övgü eserinin, bütün yüceliklerinden arınarak bir karnaval müziğine dönüşümünü gösterir. Eserin ilk bölümü ideolojik, ikinci bölümü ise resmî ideolojinin başarısızlığını ifade eder.
“West Side Story” (Batı Yakası Hikayesi) filminde haylaz bir çete, kendilerini orada bulunmayan bir polise, müzikal ile açıklar, kendi kendilerini yargılamak için bir hâkimi canlandırır ve savunmalarını, daha doğrusunu kendilerini açıklamalarını psikolojik olarak yaparlar. Yaşanan paradoks; her şeyin farkında olup yine de suç işlemeye devam etmektir. Bu zevk verdiği için de yaşanabilecek bir durum, zorunda kaldıkları için de yaşanabilecek bir durumdur. Örneğin; 2011 yılında İngiltere’de yaşanan ayaklanmalarda, muhafazakâr kesim, olayların bastırılması için daha çok polis ve acımasız bir yargı önerir. David Cameron ise polisin kullandığı şiddeti överken, asıl sorunun ayaklanmada mal/ürün çalan insanlar olduğunu söyleyerek hedef göstermiştir. Ancak liberal kesim; ayaklanan insanların durumunu anlatmak için onların nasıl “Dışarıda Bırakılanlar” olduklarını ve şartların bu ayaklanmayı zorunlu hale getirdiğini ifade etmiştir. Bütün büyük ideolojiler eşitlik ve adalet ister veya en azından söylem düzeyinde de olsa bunu kullanır. Ancak geçerli olan tek ideoloji tüketimin kendisi ise karşıt protestolar yaratır ve bu durum sözle ifade edilemez, simgesel bir açmaz yaratır.
Fanteziden Beslenen Şiddet
“Taxi Driver” (Taksi Şoförü) filmi; her şeyi yok edici, radikal bir son olan intihara götürülen yolu gösterir. Kahramanız Travis, kendi fantezileri sonucu bir fahişeye karşı saplantılı hisler beslemektedir. Fanteziler bir yalandır ve tutarlı olamayışımızın yarattığı boşlukları doldurur. Travis’in fantezileri ideoloji ile bağlantılıdır. Çünkü fantezilerde olduğumuz durumu değil, başkalarının bizim olmamızı istediği ya da başkalarının bizim olmasını istediğimiz durumda olduğunu hayal ederiz.
“The Searchers” (Çöl Aslanı) filminde de kahramanlar, başkaları tarafından taciz edilen ve şiddet gören genç kadın kurbanları kurtarmaya çalışır. Peki, fantezi ve fanteziden beslenen şiddet nasıl oluşur? Kurbanın, kurban olmaktan haz alabileceği hissini yarattığı bir şüphe veya kurbanın çektiği acıdan haz alarak aslında kurtarılmak istemediği düşüncesi bu durumu oluşturur. “Yardım etmek istediklerimiz, yardımımızı istemiyorsa” paradoksu, siyasi tarih içerisinde ABD’nin insani(!) amaçlarla gerçekleştirdiği Irak ve Vietnam harekatları ile düşünüldüğünde anlam kazanır.
Her İdeoloji Farklı Bir Pencere Açar
“Jaws” (Denizin Dişleri) filminde, köpekbalığı sahildeki insanlara karşı saldırıya geçer. Güncel hayatımızda, dünyanın bazı bölgelerinde buna benzer olaylar yaşanmaktadır. Ancak ideolojik bir bakış açısıyla yorumladığınızda, bu sahne sizin farklı betimlemeler elde etmenizde yardımcı olabilir. Farklı görüşlerden birine göre köpekbalığı; sıradan ABD vatandaşlarına dışarıdan (ötekiden) gelen saldırıları, tehditleri simgeler. Başka bir görüş ise ABD’de sıkça yaşanan doğal felaketleri ima ettiği söyler. Fidel Castro’ya göre sol ideoloji taşıyan bir film olan Jaws, köpekbalıklarının sıradan ABD vatandaşlarının kanını emerek, onları sömüren, büyük sermayalerin simgesidir. Bu görüşlerin hepsi doğru da olabilir hepsi yanlış da olabilir. Kendi bakış açıma göre bambaşka bir çerçeve çizerek, köpekbalıklarının aslında ABD’yi temsil ettiğini ve eksikleri, yanlışları olsa da ABD yani köpekbalığı olmadan daha huzurlu bir yaşam süren insanların da kumsalda köpekbalığı tarafından saldırıya uğrayan “Ötekiler” yani bizler olduğumuzu düşünebilirim. Köpekbalığı, insanlığın tüm korkularını birleştirir ve onu “Büyük Öteki” yapar. Faşizm’in rüyası büyük bir pastaya sahip olmak ve onu tek başına yemektir. Faşizm de bir devrimdir, muhafazakâr, geleneksel hiyerarşik bütünü yani toplumu oluşturacak bir devrim. Sınıflar ve karşıtlıklara yer vermez. Kapitalizmin doğası ise muhalif kesimi ve sınıf farklılıkları barındırır. Yaşanan her kötü olayı veya tehdidi, kendi başarısızlığından çıkararak, yabancı olanın ülkedeki istikrar istemediği, güvensiz bir ortam yaratmak istediği mottosu ile açıklar. Böylece farklı ideolojik kesimlerin ayrı ayrı var olan korkularını tek bir korkuya ve kötüye bağlayarak sorunu “Öteki Büyük” olana yönlendirirsiniz. İdeolojinin bu duruma bir diğer yönlendirmesi ise, bireyin sıradan bir gerçeği olduğu gibi görmek yerine, ideolojisinin süzgecinden süzerek uyguladığı filtredir. Böylece her şey değişir ve şüphenin kapıları aralanır. Örneğin; Nazi Almanya’sı döneminde Yahudiler kötü düşman, “Öteki Büyük” olandı. İdeolojilerin etkisini azaltarak gerçekle karşı karşıya kaldığımızda ne olur?
“I am Legend” (Ben Efsaneyim) ve “Titanic” (Titanik) filmlerinde bu temayı görebiliriz. “Ben Efsaneyim” filminde, insanlık doğayı tamamen yok etmiştir. Her yer yıkık beton yapılardan oluşmaktadır. Ve geriye sınırlı sayıda insan kalmıştır. Beton yığınların boş şehrinde bir başınıza kaldığınızda, gerçekle yüz yüze gelmenin durağan suskunluğu durumunu yaşarsınız. “Titanik” ise gerçekle karşı karşıya kaldığımız anda başka bir pencere açar. Yaşanan facianın ve filminin evrensel bir etki uyandırmasının nedeni; yakın gelecek tarihte ne olacağını göremeyen ve şaşa içerisinde yaşam sürenlerin durumudur. Hepimizin ilgisini çeken sahne; gemi batarken müzisyenlerin bir arada müzik çalması durumu da bunu açıklar. Gerçek Titanik enkazı incelenirken, acıdan duyulan bir haz ama aynı zamanda yüzümüzün donması durumu yaşanmıştır. Başınıza geldiğini düşündüğünüzde ilginç bir ruh hali yaşamanıza sebep olan sahneyi düşünün ve kendinizi batmış bir geminin yanında, cesetlerle dolu bir denizde, ıssızlığın ortasındaki bir kayıkta hayal edin. Dikkatli incelediğinizde, ideolojilerle yorumladığınızda “Hollywood Marksizmi” denilen olguyu görebilirsiniz; Alt sınıfta bulunan insanlara karşı, çoğunluğun birincisi sınıf kötülerin gülünç, sahte yakınlığını görebilirsiniz. Üst sınıf mensubu olanlar, hayatları monotonlaştığında, alt sınıfla iletişime geçerek, onların yaşam enerjilerini emer ve yeniden doğar miti burada görülür. Titanik filminde, hep nedenini merak ettiğim bir sahneye bu soruyla açıklama bulabilirim. Gemi battıktan sonra Jack ve Rose bir tahta parçası bulur ve tahta aslında iki kişiyi taşıyabilmeye müsaitken sadece Rose tahtaya çıkar. Jack’i yanına almama sebebi, belkide bu buhran ve ölüm anında dahi alt sınıfı sömürerek, kurtulabilme umuduyla yeniden doğacağı bir hayatı düşünmesidir.
Görebildiğimiz/Göremediğimiz Gerçekler ve Haz Duygusu
Hayatının tamamını adaleti sağlamak, güvenlik güçlerinin yetmediği ve başarısız olduğu alanlarda suçluyu yakalamak için mücadele eden, çocuk yaşta ailesinin ara sokakta ölümünden etkilenen ve mücadelesinde kendisine rehberlik etmesi için “Öldürmeme” kuralını koyan Batman (Yarasa Adam) filmlerinden olan “Batman Dark Knight” (Kara Şövalye) filminde halkın adalet sisteminin çökmüş oluşuna duyulan güvensizlik anlatılır. Savcı Harvey Dent, adaletin sağlanması için gereken yalan zincirini, ilk yalanı Batman’in kendisi olduğunu söyleyerek başlatır. Böylece polis, artık Batman diye birinin peşine düşmeyecektir. Rahat hareket edebilmek ve düşmanın kafasını karıştırmak için Batman’in aracını kullanacak olan komiser James Gordon ise kendisine sahte bir ölüm hazırlar. Böylece Batman, dehşet saçan Joker’i yakalar. Ancak Joker’in sorguda söyledikleri, incelediğimiz belgesel filmde yer almasa da bu konuyla yakından ilgilidir. Joker’e göre Batman, tıpkı kendisi gibi bir ucubedir ve halk sadece Joker yakalanana kadar Batman’e ihtiyaç duymaktadır. İş bittiğinde, bütün oklar bu kez maskeli, kendi adaletini sağlayan Batman’e yöneleceğini, Batman’in dışlanacağını ve “Öteki” olacağını söyler. Filmin ilerleyen sahnelerinde Harvey Dent, kötülerin tarafına geçer ancak bunu halk bilmemektedir, ona Savcı unvanından dolayı hala güvenmektedirler. Batman ve Gordon, Joker ve Dent’i yakaladığında Dent ölür. Batman “Halka gerçek bir kahraman gerek” diyerek, hukuku kullanarak kötülerle savaşan Dent’in kötü tarafa geçtiğinin saklanarak, halka umut vermesi için bir simgeye dönüşmesini ister. Bu nedenle James Gordon basın toplantısında, Batman’i suçlar ve Dent’i bir kahraman olarak gösterir. Son sahnede Batman’in şu sözü ile film temamızı sonlandırırsak uygun olur: “Bazen gerçek, yeterince iyi değildir.”
Platon, Kant, Burke gibi isimler, politikacı gerçeği bilse dahi sıradan halka Platon’un “Soylu Masalı” dediği yalanı kullanmasının zorunda olduğunu söyler. ABD’nin Suriye’de kimyasal silah kullanımını kendi halkına “Suriye kimyasal silah kullanıyor” diyerek anlatması gibi.
Bosna’da yaşanan tecavüz olaylarında kadınlar, kendilerini öldürme fırsatlarına sahip olsalar dahi bunu yapmazlar. Ancak bu yaşamaktan keyif aldıkları için değildir, gerçeği anlatmak için hayatta kalma çabasıdır. Ancak burada bir açmaz ortaya çıkar, kendilerinin dinleyecek kimse yoktur. Suçlayabileceğimiz bir “Büyük Öteki” yoksa yalnızız demektir. Bu gerçekle yüz yüze gelmektir ve gerçekten bir öteki olmadığının resmidir.
“The Last Temptation Of Christ” (Günaha Son Çağrı) filminde; dinler tarihi boyunca ürkütücü olan öteki Tanrı’nın Hristiyanlık ile birlikte kendi çocuğundan vazgeçmesi ve ürkütücü olmaktan çıkarak, insanlara olan sevgisinin göstergesi anlatılır. Artık Tanrı yerine, haç üzerinde ölen İsa “Büyük Öteki” olandır. İsa’nın ölümü, bir başka bakışla İsa için iyi bir şeydir. “Ben ölüyorum, artık yalnızsınız, ötekiniz yok, özgürsünüz” mesajıdır.
“Brazil” (Brezilya) filminde ise Kafka’nın laik bir bireyin ilahi boyutla tek teması devlet bürokrasisidir söylemi anlatılır. Bireyin bürokrasi ve haz duygusunu ele alır. Bürokrasinin telaşı amaçsızdır ancak bu amaçsızlığa sahip koşuşturmanın sonsuza kadar devam etmesi döngüsü hazdır.
“Zabriskie Point” (Zabriskie Noktası) filmi, 1960’larda yaşanan “Hippi Devrimi” hatalarına toplu orgazm sahnesiyle göndermede bulunur. Hayallerimizden biz sorumluyuz ve onları değiştirmek, acı verse de özgürleşmemize atılacak olan ilk adımdır. Bu nedenle devrimler, ilerleyen yıllarda başarısızlık yaşamaya başladığında hatanın nerede olduğunu bulmakta zorlanırlar. Hata; toplumsal yapı değişmiş olsa da hayallerin aynı kaldığıdır.
“Seconds” (Saniyeler) hazcılığın hâkim olduğu filmdir. Hayatını yaşa, istediğini yap, hayallerini gerçekleştir mottosu vardır. Kendini hayattan soyutlamış kahramanımız kadavraları kullanarak beden yenileyen bir şirkete giderek kendini tamamen farklı ve genç biri yapar. Ancak zamanla eski hayatını özler. Çünkü ruh aynı, beden farklıdır. Ve hayalleri, yeni bedeninin eski ruhunda aynı olarak kalmıştır.
SONUÇ
Slavoj Zizek’in “The Pervert's Guide to Ideology” (Bir Sapığın İdeoloji Rehberi) isimli belgesel filmi incelendiğinde, ideolojilerin hayatımıza doğrudan ve dolaylı olarak müdahale etmesi, algı yönetimimizi değiştirerek, farkında olduğumuz olguları kendi filtresi ile süzerek olduğundan farklı olarak algılamamızı sağladığı sonucunu görüyoruz. Gerçeklerin değiştirilmesi veya üzerinin kapatılması için ideolojiler, devlet veya bireyin bizzat kendisi, kolayca suçlayabileceği bir “Öteki” yaratmaktadır. Öteki; ideoloji veya devlet eliyle yapılıyorsa, toplumda bütün bireylerin korkularını birleştiren bir “Büyük Öteki” ortaya çıkıyor. Ancak gerçekle baş başa kaldığımızda aslında, yarattığımız bir “Öteki” olmadığını görüyoruz. Bunu kabullenmek bize acı veriyor ama özgürleşmemizin yolu da sadece bu durumu kabullenmekten geçiyor. Hayatımızın en ufak noktalarından biri olan satın alma eyleminin sadece “Para ver, ürün al” şeklinde basite indirgenemeyeceğini ve kapitalizmin ihtiyaçlarımızı nasıl yönlendirdiğini görebiliyoruz. Haz duygusunun bizi fantezilerimizden de beslenerek büyüyen bir şiddet olgusuna, bu olgunun dışarıya zarar vermekten ve en sonunda kendimize dönüşünden ancak bundan da zevk alabildiğimiz gerçeğinden bahseden bir çalışma inceledik.