top of page
Ara
İlkcan Alkurt

Fundamentalizm ve Feminizm Kavramları

Güncelleme tarihi: 28 Eki 2022



ÖZET;

Gündelik hayatımızda nesnelerin, duygu ve düşüncelerin, soyut anlamdaki halini zihnimizde canlandıran kelimelere “Kavram” diyoruz. Toplumsal yapı içerisinde kullandığımız bir kavram, bize o kavram ile bağlantılı olan insanlar grubunu ve bu grubun düşünce yapısını analiz etmemizde kolaylık sağlayabilir. Grubun içindeki bireyler, farklılıkları olsa dahi müşterek düşüncelerde buluşarak grubu oluştururlar. Fundamentalizm (Köktendincilik) ve Feminizm kavramlarının inceleneceği bu rapor yazısında, kavramların tanımları, ortaya çıkışından günümüze kadar geçen süreçte, tarihsel arka plana nasıl dokunduğu, Dünya’da ve Türkiye’de nasıl yorumlandığı ve kimlerle özdeşleştiği, ideoloji tanımlaması içerisinde yer alıp almadığı konusunda kısa bilgiler içeren bir çalışma okuyacaksınız. Kavramları tanımlayarak ve okuyucuya aktararak, alt başlıklar halinde, sistematik bir plan dahilinde ilerleyecek bu yazıda yazarın kişisel yorumlamaları da yer alacaktır. Metin içerisinde kullanılan ve herhangi bir yazar/yazar kuruluşuna ait olmayan kavramlar/betimlemeler dipnot, yazar/yazar kuruluşuna ait olan alıntılama ve kaynaklar ise APA yöntemi ile gösterilmiştir. Kişisel yorumlar ek bir başlık adı altında olmamakla birlikte hem metinin içerisinde hem de her bir yazının son bölümünde yer alacak olan “Sonuç” kısmında genel bir değerlendirme metni de bulunacaktır.

ANAHTAR KELİMELER: Fundamentalizm, Köktendincilik, Feminizm, Kadın Hareketleri

FUNDAMENTALİZM (KÖKTENDİNCİLİK):

Fundamentalizm (Köktendincilik); dinin esas temellerine dönüşe dayalı, üyeleri tarafından Kuran, İncil, Tevrat gibi kutsal kitapların yorumlandığı ve bu yorumlamaya koşulsuz itaatin zorunlu olduğu, bireylerinin çoğunlukla bu sınırlı yaşamın olduğu dünyaya bir amaç uğruna getirildiği ve Tanrı tarafından seçilmiş, özel kişiler olduklarına inandıkları dünya görüşüne verilen isimdir. Fundamentel kelimesinin Türkçe anlamı ise ‘temel’ sözcüğüne karşılık gelmektedir. Fundamentalistler; savundukları dünya görüşüne aykırı gördükleri birey, düşünce ve davranış biçimlerine karşı katı biçimde ötekileştirici ve militarist bir tutum içerisinde yer alarak “Biz-Siz” ayrımını savunan anlayışa hâkimdir. Farklı olanlara karşı bir sosyal barikat geliştirilerek direnilmesi ve hatta savundukları “Doğru Yol”[1] taraflarına çekerek taraftar kazanmak adına savaşılması gerektiğini düşünmektedirler. Bu iddia -ki iddia demek tam karşılığını ifade etmez- içi boş, kulaktan dolma bilgilerle yapılmamıştır. Fundamentalist gruplar, çatışmanın doğal olduğunu, ötekiler olan düşmanların yenilmesi gerektiğini ve Tanrı’nın bu savaşta kendileriyle olduğunu düşünürler. “İlk zamanlarda bu hareket, mevcut modern ideolojilere karşı alternatif bir sistem niteliği taşımıştır. Fakat zaman içerisinde özellikle pratik hayatta, mevcut fundamentalist gruplar, liderleri tarafından Tanrı adına militan faaliyetlere yönlendirilmek suretiyle politik hayatta var olması gereken mücadeleyi sosyal hayata şiddet ile taşımışlardır. Önceleri modern hayat tarzına masum bir tepki olarak ortaya çıkmış, zamanla, dinin gündelik hayatı tamamen kuşatması gerektiği noktasına varılmıştır” (Ercins, 2009, s. 654). Bu noktada kendilerini bir “Kahraman” olarak gördüklerini, toplumu ve dini esasları kurtarmak için kendilerine ilahi bir rol biçildiği algısını taşıdıklarını söylemek yanlış olmaz. Elbette bu durum, farklı dünya görüşleri açısından “Barış Karşıtı” düşünce/ideoloji sınıfında yer almaktadır. Dini alt yapıyı benimseyip, onun sorgulanamaz temellerini yaşayan bütün insanlar terörist faaliyetlerde bulunan kişilerdir deme hakkına sahip değiliz. Ancak şunu da belirtmeyiz ki, Dünya üzerinde dini referanslara uygun hareket ettiğini ve yaptıklarının meşru olduğunu savunan terörist gruplar tarih boyunca karşımıza çıkmaktadır. Öyleyse biz de bir yolculuğa çıkarak, dünyayı ve toplumu okuma perspektifini yansıtmaya çalıştığımız Fundamentalizmin, tarihin süzgecinde doğuşunu anlayabilmek için günlük hayatımızda anlama ve kavrama eylemi için sorduğumuz 5N1K sorularını sormakta fayda var. Aynı zamanda “Katı ve aşırı muhafazakarlık” tanımıyla da bilinen bu kavramın muhafazakarlık ile ilişkisine de değinmekte yarar vardır.

Dinsel Esaslar Modern Çağda Fundamentalistlerin Elinde Yeniden Doğuyor

Her etki, kendi tepkisini doğurur. Fundamentalizm kavramının ortaya çıkışı da bu veciz ile özetlenebilir. Fundamentalizm, Hristiyanlık dini temelinde ortaya çıkan bir terimdir. Toplumsal yapıya ve akademi alanına 20.yy. başlarında Amerikan Protestan topluluğu içerisinde adım atmıştır. Fundamentalist hareket, ne kadar kadim bir geçmişe ve dinin kutsal geleneğine vurgu yaparsa yapsın günümüzün modern ve küreselleşen dünyası üzerinde ortaya çıkmıştır. Peki, o zaman bu geçmişe hatta savunduğu dinin varoluşuna kadar uzanan geçmişe neden atıfta bulunmaktadırlar? Bu sorunun iki cevabı olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi, din gibi bir olgunun hem mistik geçmişinden hem de günümüze kadar uzanan zaman diliminde dünya yaşamı üzerinde yarattığı etkiden yararlanarak kitlelere kendini kabul ettirme sürecini hızlı ve etkin kullanabilme avantajından yararlanmaktır. İkinci sebep ise geride kaldığı düşünülse de hala milyonlarca insanın yaşamını, hayata bakışını, söylem ve davranışlarını, aynı zamanda devletlerin yönetme yapısını ve şeklini etkileyen ideolojilerle başa çıkabilme, yarışabilme arzusudur. Muhafazakarlık düşüncesine sahip bir bireyde olduğu gibi fundamentalistler de bu düşünce akımını bir ideoloji olarak görmez. Tanrı tarafından insanlara çizilen yolculukta, olması gerektiği gibi davranmanın bir pusulası olarak görürler. Savundukları düşünce, ideoloji gibi basit bir kavrama indirgenemeyecek kadar kutsal ve doğal yaşamın içerisinde var olması gereken, insan aklıyla üretilmemiş bir yaşam biçimidir. 20.yy. başlarındaki genel tablonun motifleri olan entelektüel dindarlık, Sekülerizm, rasyonalizm, çağdaş Batı kültürü, bilimsel bakış açısı ve bu bakış açısı içerisinde yer alan “Evrim Teorisi” kavramlarına ve İncil’e karşı geliştirilen eleştirel bakış açısı ile birlikte yine İncil’in değiştirildiği iddialarını reddeden bir tepki hareketi olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın çağdaş değerler ve Sekülerleşme ile dinin esaslarından ve kutsal kitaplardan uzaklaşır düşüncesi fundamentalistlerin davranış biçimlerini etkilemiştir. “Amerikan Protestanlığı, 12 ciltlik kitap serisinin “The Fundamentals” olarak adlandırdığı her bir kitabında, kutsal kitabın eleştirilmesine, devrim teorisinin öğretilerine, Nietzsche’nin felsefesine ve benzeri değerlere, dini gerekçeler nedeniyle karşı çıkmış ve bu suretle İncil’in hatasız yorumunun yapılması sağlanmıştır” (Ercins, 2009, s. 655). Çünkü fundamentalistler için gelişmişlik kavramı “Kültürel bir hastalık” olarak görülmektedir. Bu hastalık ya tedavi edilmeli ya da yok edilmelidir. Ancak burada bir çelişki olup olmadığını sorgulamak gerekir. Gelişmeci hareketleri reddederek hatta bu hareketlere savaş açan akım ve savunucuları, küreselleşen dünyanın nimetlerine karşı hem tavır alıp hem de bu nimetlerden mümkün olduğunca yararlanmaya çalışmaktadır. Örneğin, teknoloji temelli bir tespit yapmak gerekirse, günümüzde kullandığımız basın yayın organları, internet, sosyal medya platformları, video içeriklerinin yayınlandığı kanalları kullanarak, ilericilikten beslenmek, kadim dinin sorgulanamaz öğretilerine ihanet etmek, kültürel yozlaşmaya kapılmak değil midir? Tarihsel sürece tekrar dönecek olursak, 1920li yılların başlarıyla birlikte, Protestan bireylerin çalışmalarına verdiği isim olan fundamental kavramı farklı coğrafyalarda da kendisine yer dinmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında doğumuna şahitlik edilen fundamentalizm bir sonraki dünya savaşından sonra 1950li yıllarda Ortadoğu diye adlandırılan bölgeye uzanmaya başlamıştır. Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji gibi bilim dallarında çok daha önce duyulan, Türkiye’de ise özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında apolitik vatandaşların bile sıklıkla duyduğu, Mısır’da kurulan ve militarist taraftarlarıyla ün kazanan Müslüman Kardeşler’in temelinde bu akım yatmaktadır. Fundamentalizm kavramının Ortadoğu ile tanışması sadece Mısır ile sınırlı kalmadı elbette. Hristiyanlık temelli, Protestan bir babanın çocuğu olan bu kavram Ortadoğu coğrafyasında İslam ile ve dolayısıyla Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerle de tanışma fırsatı buldu. 1960larda Dünya’da yükselen sol trendin karşısında 1970lere geldiğimizde Budizm, Yahudilik, Hinduizm ve artık köklerine iyice entegre olduğu İslam dini hareketlerinin analizinde ve tanımlanmasında yaygın şekilde kullanılır hale geldi. 1979 yılında Şii İran’da gerçekleşen “İran İslam Devrimi” ile Orta Asya’ya yayılmıştır. 1980-1990 yılları arasında ise “İslami Diriliş Hareketi” adıyla Orta Asya toplumlarının İslamiyet’in ve kutsal kitabının emirlerine geri dönüşünü simgelemekteydi. “Fundamentalizm, 2000’lerin başında, Taliban rejiminin, 11 Eylül ve ardından gelen El-Kaide saldırılarının da etkisiyle Batı literatüründe hızla radikal İslam’ı tanımlayan bir kavram haline dönüşmüştür. Bugün fundamentalist denilince Batı’da, sakallı ya da kara çarşaflı, Batı’lı anlamda modern olmayan bir hayat tarzına sahip İslamcılar akla gelmektedir. Bu çağrışım Doğu ile Batı arasında yer alan Türkiye’de de geçerlidir” (Ercins, 2009, s. 656).

İslam Dininin Fundamentalizm Bağlamında Değerlendirilmesi

İslam dini, tarihi boyunca siyasi ilişkileri belirleyen, toplumsal yapıyı yöneten tüzel bir hükümdar görüntüsü çizmekteydi. Dünya üzerinde yükselen bir trend olan “Aydınlanma” ve “Sanayileşme” ile birlikte akıl, dini ritüel ve düşünce yapısının önüne geçmeye başlıyordu. Bu gelişmeler aynı zamanda köyde yaşayan cemaatin, kentli cemiyetlere katılımını yani göç etmesini sağlayan önemli bir unsurdur. Yaşamı boyunca çevresinde tanıdığı insanlardan, sadece bulunduğu yaşam alanında olan hayat düzeninden haberdar olan ve “Dışarı” ile ilgilenmeyen kapalı toplum yapısının örneği olan köy hayatında yer alan birey, farklı insanların ve fikirlerin karşısına çıkacağı, belki de kendisini etkileyecek aydınlanmanın, ilericiliğin ve teknolojinin bulunduğu kent yaşamına entegre olma yolundaydı. Toplumsal mekân değişikliği yaşayan birey, burada yeni bir hayata başlar, yeni iş kollarında tecrübe kazanır, köy hayatından daha iyi bir yaşam standardı yakalama düşüncesindedir. Kendisi buraya adapte olacak, pozitif yönlerini paylaştığı ailesi ve arkadaşları da onun yolundan giderek kente göç edecektir. “Müslüman ülkelerdeki devrimci yeni yönetimlerin kimi zaman batı tipi devlet kimi zaman toplum inşa etme girişimleri İslam ile siyaset arasındaki ilişkinin tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Bu tartışma, batılı devlet ve yönetim modellerinin yirminci yüzyıl başında Müslüman toplumlara girmeye başlamasından beri siyasal gündemin ana konularından biri konumundadır” (Ateş, 2009, s. 65). Üstelik ulus-devlet kavramının toplumlar ve devletler üzerindeki etkisi ile yeniden şekillenen iktidarların, devletin dini algısını ortadan kaldırarak bireyin dini seviyesine indirgemesi, radikal İslamcı kesimlerin devlete karşı takındıkları tavrı kendi içlerinde haklı hale getiriyordu. Vatandaşı oldukları devlet, hayat biçimlerini yöneten dinlerinin esaslarını ortadan kaldırarak insan eliyle ve aklıyla hazırlanmış kuralları dayatıyordu. Bu durum toplum içerisinde kendisini muhafazakâr olarak tanımlayan kişilerin desteğini arttırıyor, onları devlete karşı bir tutum içerisinde kemikleştiriyordu. Siyasal zeminde örgütlenen İslam Köktenciliği, doğal olarak kendisini siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, dernek ve vakıflar içerisinde yer edinecek, bu kuruluşlardan destek alabilecek bir konuma sürükledi. Toplumsal zemin içerisinde ise kendi tabakasını oluşturarak, bozulmuş kurumlar ve kişiler gibi yanlışa sürükleyenler dini doğru yorumladığını iddia eden kişiler ve bu kişilerin oluşturduğu cemaatler hızla yükselişe geçti. Köktendincilerin ulus-devlet ve Sekülerizm ile olan kavgası yeni bir boyut kazanarak köktendinciler arası bir cepheleşmeye doğru evrildi.

Türkiye’den Fundamentalist Manzaralar

İslam açısından değerlendirdiğimiz Köktendincilik hareketine ufak bir başlıkta Türkiye’den açmak gerekir. Bu alt başlık, sadece yaşadığımız ülke olduğu için değil, aynı zamanda kavramın hızla büyüme ve hareket alanı bulduğu bir ülke olduğu için de açılmasında önemli bir detaydır. Türkiye siyasi tarihi, tek parti döneminden sonra çoğunluğunu merkez sağ iktidarların oluşturduğu, iktidar olamadığı dönemlerin çoğunluğunda da koalisyon ortağı olduğu bir tarihe sahiptir. Fundamentalizm dediğimizde ilişkilendirebileceğimiz temel ideolojiler olarak karşımıza “Muhafazakarlık” ve şiddete yanlılığı, toplumu tek tipleştirici ve katı otoriter anlayışla dizayn ederek yönetmek isteğinden ötürü “Faşizm” çıkmaktadır. Faşizm ağır bir tabir gibi gelebilir. Ancak buluştukları müşterek fikirler olduğunu da inkâr etmemek gerekir. Emperyalist güçler tarafından işgale uğrayarak yıkılan Osmanlı Devleti’nin küllerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti çağdaş, laik, geleneksel yapıdan kurtulmuş kurumlar ve toplum yaratma ideasına sahipti. Bu konjonktür içerisinde muhafazakâr-dindar kesim kendisini geri plana atılmış hissetti. Özellikle “Laik” kelimesinin telaffuz edilmesi dahi bu kesimi tedirgin edecek boyuttaydı. Dinin bireyselleştirilmesi ve kutsal kitabın ve ezanın Türkçe diline çevrilmesi dini tepkime hareketlerinin ortaya çıkması için yeterli bir sebepti. Bunun yanı sıra din üzerinden kitleler üzerinde egemenlik kurmuş, söz sahibi olmuş, rant elde etmiş kimselerin bozulan düzenlerini korumak için toplumu germesi de bir kutuplaşma yaratıyordu. Türk modernleşme sürecinin tabandan tavana değil, tavandan tabana yani tepeden inmeci olarak gerçekleşmesi süreci daha da sıkıntılı bir hale sokuyordu. İslam dininin bilime, akla, bireyin kendini geliştirmesine, hoşgörüye olan teşviki görünmez hale geliyor/getiriliyordu. Günümüze doğru gelen süreç içerisinde fundamentalist gruplar, Batı’nın medeniyet anlayışından geri kalamayacaklarını ve onu yok sayamayacaklarını anlayarak siyasal zeminde bir meşruiyet yaratma gayreti içerisine girdi. Cumhuriyetin kuruluşundaki stratejinin aksine kitleleri dini ögelerle ikna ederek, genişleyen tabanla tavana doğru sıçramayı benimsediler.

Sonuç

Araştırma süreci içerisinde ulaşılan kaynak kitap, dergi, makale, yazılı ve görsel basın araçlarından edinilen bilgiler neticesinde Fundamentalizm/Köktendincilik ile ilgili şu sonuçları ortaya koyabiliriz. Fundamentalizm tek biri dinin inanç sistemine ait değildir. Farklı dinler içerisinde kendisine yer bulmuş ancak özellikle 1980lerden sonra İslam dini ile özdeşleşmiştir. Muhafazakarlık ile var olan geleneği koruma, sekülerizme bakış açısı, ideoloji gibi basit ve insani bir simgelemeden çok kutsal ve kadim bir tarihe atıfta bulunarak Tanrı’nın istediği ve olması gereken yaşam biçimini savunmak gibi benzer özelliklere sahip olsa da belirgin ayrımları da bulunmaktadır. Varoluş tarihi modern dönemlere rastlayan Fundamentalizm, günümüz ideolojileriyle etkileşimde bulunmuş ama farklı özellikler taşımıştır. Bu nedenle herhangi bir ideolojinin alt başlığı olarak görmek doğru olmaz. Evrensel bir yapıya sahip, içerisinde kendine yer edinmiş kitleler bulunan ve ideolojiler gibi güce sahip olarak, toplumu kendi düşünce yapısı çerçevesinde dizayn etmek amacını taşıdığı için kavramımızı ideoloji olarak değerlendirmek gerekmektedir.

Kaynakça

Ateş, D. (2009). İslam Köktenciliği(!) Kökeni, Genel Nitelikleri, Tanımalar ve Sınıflamalar. Akademik Ortadoğu, 3(2), 65. 01 05, 2018 tarihinde alındı.

Ercins, G. (2009). Küreselleştirici modernliğin bir antitezi: Fundamentalizm. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 6(1), 654. 01 05, 2018 tarihinde alındı.

[1] Fundamentalist bireylerle yapılan görüşmelerden çıkan kişisel gözlemler sonucu fark edilen tespit. Fundamentalistlerin düşünce mekanizması, kendi dünya görüşlerinin doğrulunu, geriye kalan tüm perspektiflerin yanlışlığını savunur.

FEMİNİZM:

Kadın ve Erkek bireylerin oluşturduğu toplumda, kadın bireylerin, erkek bireyler ile toplumsal ve siyasal her alanda eşit haklara sahip olduğunu vurgusunu barındıran, cinsiyet ayrımcılığına ve ataerkilliğe düşmanca bir karşı koyuş sergileyen ve bu anlayışı reddeden dünya görüşüdür. Politik açıdan bağımsız olan bu hareket, kadının geri planda bırakılmış, eşitlik hakkının elinden alınarak dezavantaj yaratan bir duruma hapsolmasına ve erkek karşısında ezilerek sömürülmesine karşı çıkmaktadır. Kadının toplumsal hayattaki statüsü, ailesi içerisinde edindiği konum, cinsiyetinden dolayı kendisine yüklenmiş olan sorumluluklar bakımında geçmişten günümüze kadar uzanan bu hareket, zaman içerisinde gelişimler göstermiş, örgütlülüğün gücünü fark ederek bünyesini genişletmiş, mücadelesi sonucunda haklar elde etmiş ve hızla büyümekte olan bir harekettir. Feminist hareketlerin ortaya çıkışı; Orta Çağ’dan başlayan bir süreç içerisinde yer almakla beraber, vizyonu ve misyonunu belirlediği bilinçlenme safhasına ancak 18.yy. Fransa Toplumu içerisinde gelebilmiştir. Bu tarihsel dilime kadar olan süreçte, bireysel başkaldırılar olsa da bu akımın küçük mangal ateşlerinden büyük bir yangına dönüşmesi zamansal bir olgunlaşmayla gerçekleşmiştir. Ataerkil toplum yapısının geleneksel değerli, modern toplum yaşamındaki kadın bireye entegre olarak varlığını devam ettirmiştir. Günümüz modern toplumlarında kadın, “İyi Eş” ve “İyi Anne” olma rollerinin kendisine tutkal ile yapıştırıldığı bir algıya göre yaşam biçimini kurmak zorundadır. Aksi takdirde toplum tarafından dışlanmakta, aşağılanmakta ve kötü gözle görülerek cinsel ihtiyaçların karşılanacağı bir seks objesi olarak görülmektedir. Kadın olmak; yaygın kültürel bakışta yaş, eğitim, kariyer, toplumsal sınıf gibi etkenlerden bağımsız olarak ev hayatı ve bu hayatın düzeni içerisinde yer alan işleyişin sağlıklı bir döngüde gerçekleşip gerçekleşmediği üzerine kuruludur. Kadının toplumsal yaşamdaki konumundan bahsederken “Toplumsal Cinsiyet” kavramına da bir başlık açmak gerekir.

Toplumsal Cinsiyet:

Kadın ve erkek bireylere toplum tarafından yüklenen anlamların temelinde, cinsel kimliklerinin yerine getirmesi beklenen roller etkilidir. Yani, aslında iki cinsiyet arasındaki ayrımın özünde biyolojik farklılık vardır. Biyolojik olarak ortaya çıkan kadın ve erkek kavramı, toplumsallaşma evresinde “Kadınlık ve Erkeklik” olarak farklı bir yapı kazanır. “Bireyin cinsiyeti biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender) olarak farklı hem de kökten farklı değerlendirilmektedir” (Bingöl, 2014, s. 108). Biyolojik cinsiyet evrensel değerler taşırken, toplumsal cinsiyet çevresel etkenlere göre değişiklikler göstermektedir. Toplumsal cinsiyet, bu yapısıyla, kendi içerisinde kültürler tarafından ortaya çıkarılmış ve doğal olmayan bir “Hiyerarşi” beslemektedir. “Gender” kültürel ayrımcılığı, her iki cinsiyetin de yaşamsal özgürlerini ve davranışsal sorumluluklarını kısıtlayabilir ve negatif yönde etkileyebilir. Ancak bu durum hakkında gerçekleştirilen araştırmalar, gözlem ve tecrübelere dayalı bilgiler ışığında çıkan sonucun, kadınların daha çok aleyhine seyrettiği gözlemlenmiştir. Şiddeti ve süresi ne olursa olsun, her baskı, bir başkaldırının yaratıcısıdır. Öyleyse toplumsal eşitliği sağlama ve kadın hakları hareketlerinin başlangıç noktasına gitmek ve günümüze kadar olan süreç içerisinde neler yaşandığını, hangi kazanımların nasıl elde edildiğini görmek gerekir.

Yapabiliriz!

Sloganın İngilizce versiyonu olan “We can do it” yani “Yapabiliriz” tarihsel arka planın gelişimini gözlemlemede uygun bir başlık olacaktır. Çünkü her şey bir fikirden ortaya çıkmıştır. Vurgulanmak istenen “Aramızda bir fark yok, biz de yapabiliriz” olgusunun nasıl dalgalar halinde büyüdüğünü ve ayakları üstünde duran bir ideolojik hareket olan Feminizm’e ulaştığını görmek için geçmişe yaptığımız yolculukta ilk durağımız 18.yy. olacaktır. Dönemin koşullarını incelediğimizde kapitalizmin hızla gelişme gösterdiği, üretim araçlarının kamusal platformlarda gerçekleştiği ve burjuva sınıfının erkek egemen bir kitle haline gelerek kadını göz ardı ettiği bir konjonktür ile karşı karşıya kalırız. Onurlu bir yaşam sürebilmenin temel argümanları olan özgürlük, adalet, eşitlik gibi kavramların dışında kaldıklarını, kenara itildiklerinin farkına vardılar. Harekete geçmek, ‘ellerindeki hamuru’ bir kenara bırakarak flamalarla sokaklara çıkmak için her şey hazırdı.

Birinci Dalga: Başkaldırı

Bir önceki yüz yıl, toplumsal kültürün biçtiği roller altında ezilen ve sömürülen kadın, bilinçlenerek sahneye çıkmaya kararını vermişti. İşte bu noktada 19.yy. ortalarından 20.yy. başlarına kadar dünyanın çeşitli yerlerinde kadınlar ortak bir bilinç geliştirerek hak arama mücadelelerine seviye atlatarak hızla örgütlendiler. Günümüzün “Özgürlükler Ülkesi” olarak tabir edilen ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk kıvılcım yandı. 1948 yılında New York şehri yakınlarında bulunan Seneca Falls’ta gerçekleştirilen toplantıda, kelimeleri bile Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile aynı olan “Duygular Bildirgesi” 68 kadının ve 42 erkeğin imzasıyla kabul edilerek yayımlanır. Bildirideki en can alıcı nokta ise despotizmin simgesinin kral değil, bir “Erkek” olduğu vurgusudur. Bu toplantı aynı zamanda kadınların birbirleriyle dayanışma ve kitlesel bağlamda örgütlenme isteklerinin ilk kez vücut bulmuş halidir. Başka bir ayrıntı ise bildiride imzası bulunan 42 erkek bireyin desteğidir. Feminizm, güncel tartışmalarda genellikle “Erkek düşmanlığı” olarak yorumlanır. Bu içi boş ve yanlış söyleme en güzel cevap aslında bu toplantının varlığıdır. Kadın, kendisini ezen, sömüren, üzerinde baskı kuran erkeği toplantısına neden çağırır, neden imzasını kabul eder? Kilit nokta burada ufacık bir anahtar ile çözülüveriyor. Kadın, zaten hakkı olan özgürlüğün, eşit ve adil hakların mücadelesindedir. Erkekten üstün olma, siyasi bir tabirle devri sabık bir amaç gütme eğilimi içerisinde değildir. Bu dönemle ilgili bir diğer unsur, kaliteli bir toplum ve kendini yetiştirmiş bireyler yetiştirmenin tek yolu olan “Eğitim” organlarının nasıl işlediğidir. Eğitim kurumları, dönemin toplumsal cinsiyetine entegre bir şekilde kadınlara karşı kapısını kapatmış durumdadır. Bu nedenle kız çocukları için özel ve gelirleri bağış kaynaklı kurulan eğitim kuruluşları ortaya çıkmıştır. Elbette bu gelişmelerden sonra en önemli konu kadınların yönetim mekanizması içerisinde siyasal hayatta kendine yer bularak yönetenleri göreve getiren seçmen sıfatını kazanması sürecidir. İngiltere’de de benzer bir hareketi inceleyeceğimiz bu yazıda, İngiltere örneğine geçmeden bildirgelerden devam edelim. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin üzerinden 155 yıl geçtikten sonra yani 1944 yılında Fransa’da kadınlar ve erkekler eşit yurttaş olabilmeyi başarabilmiştir. 1870 yılında Paris Komünü deneyimi ile birlikte kadınların ön plana çıkmaya başladığını ve onların katkılarını ilk işçi sınıfının fark ettiğini görürüz. Ezilen kadın da olsa erkek de olsa ezilendir. İşçi sınıfının kadın emeğini fark edişi aslında çok olağan bir gerçekliktir. Ezilen işçi sınıfı şemsiyesinin altında devam edersek Paris Komünü deneyiminin yenilgisinden sonra Almanya’ya göç eden işçi sınıfı mücadelesi içerisindeki kadın hareketlerine göz atmak gerekir. Sosyalist önderler tarafından önemli bir misyon yüklenen kadınlar mücadeleyi büyüttüler. “1910’da 2.Kadın Enternasyoneli’nin Kopenhang’taki toplantısında, 1857’de New Yorklu kadınların greve gittiği gittikleri gün olan 8 Mart, uluslararası kadın günü olarak kabul edildi” (Çakır, 2016, s. 429). İngiltere’de ise orta sınıf kadınlarının hayallerini süsleyen bir fikirdi. Kadın ve erkek bireylerin “İnsan” olarak algılanmak yerine cinsiyetler üzerinden algılanışını sorgulayarak başladı her şey. 1876 yılında oy hakkı elde edebilmek için bir imza kampanyası düzenlediler. 1908 yılında ise büyük bir gövde gösterisi sahneleniyordu. Hyde Park Eylemi ile birlikte “500.000 kadın oy istiyor!” sloganıyla Londra ve taşrada dağıtılan afişlerle birlikte el ilanları dağıtıldı. Park hınca hınç dolmuş ve kadının dokunuşunun hissedildiği bir renk yelpazesi göz alıcı bir şekilde köşe bucak dolmuştu. Türkiye örneği ise Osmanlı’ya kadar uzanmaktadır. Kadın mecmuaları Cumhuriyet Dönemi’ne kadar uzanarak sayıları sürekli artış göstermiştir. 1911 İstanbul’unda kadın konferansları düzenlenmiş, yine bu tarihlerde dernekler açılmıştır.

Sonuç

Genel bir toparlama ve 2.dalga Feminizm üzerine birkaç söz söyleyerek raporu sonlandırmak gerekirse, baştan sona doğru şu saptamaları yapabiliriz. Kadının toplumdaki rolü, ataerkil düzen içerisinde geri planda bırakılan, üstelik toplumsal cinsiyet kültürünün tiranca iktidarı altında ezilen bir yapıdadır. 1970’lere kadar olan 1.dalga Feminizm bir bilinç uyanması, örgütlülük ve özellikle orta sınıf ve işçi sınıfı içerisinde kendine yer bulabilmiş, hareket özgürlüğü elde etmiştir. Tarihsel süreçteki kazanımlarıyla birlikte günden güne gelişmiş olan Feminizm, 70’lerden sonra hayatımızı şekillendirmeye başlayan ve haber alma ihtiyacımızı daha etkin ve hızlı karşılayan basın-yayın organları ile 2000’lerle beraber internet ve sosyal medya ile dünyanın her yerinden kadınları bir araya getirerek “Yapabiliriz” sloganını haykırmalarında etkili olmuştur.

Kaynakça

Ateş, D. (2009). İslam Köktenciliği(!) Kökeni, Genel Nitelikleri, Tanımalar ve Sınıflamalar. Akademik Ortadoğu, 3(2), 65. 01 05, 2018 tarihinde alındı.

Bingöl, O. (2014). Toplumsal Cinsiyet Olgusu ve Türkiye’de Kadınlık. KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi(Özel Sayı 1), 108. 01 05, 2018 tarihinde alındı.

Çakır, S. (2016). Almanya: İşçi Kadınların Mücadelesi. Modern Siyasal İdeolojiler (s. 429). içinde İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Ercins, G. (2009). Küreselleştirici modernliğin bir antitezi: Fundamentalizm. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 6(1), 654. 01 05, 2018 tarihinde alındı.

278 görüntüleme1 yorum
bottom of page